2 Ocak 2011 Pazar

Ufuk Uras'ın Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2009 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı Üzerine Yaptığı Konuşma

Sayın Başkan, değerli vekiller; önce Sayın Bakanım bir dakikanızı alacağım ama, her görüşmede söylüyorum, yine bakıyorum bürokraside bir tane kadın arkadaş yok, bir erkek topluluğu olarak görüşmelere geliyorsunuz. Hemcinslerinize gösterdiğiniz bu dayanışma konusunda sizi önce eşinize, sonra Türkiye'deki tüm kadınlara havale ediyorum.

Değerli Başkan, değerli vekiller; 2011 bütçesini tartışırken şüphesiz ki dünyanın ekonomik koşullarını göz ardı edemeyiz. Bugünün dünyası dünün dünyasından farklıdır. Dünün dünyasında ülkelerarası ekonomik koordinasyon büyük ölçüde G-7'lerce yapılmaktayken bugünün dünyasında aynı ihtiyacı "G-20" adı verilen yeni bir birlik karşılamaya çalışıyor. Bu ihtiyacın ortaya çıkışında, Çin ve Hindistan gibi geniş nüfuslu ülkelerin ucuz emek ve teknoloji yoluyla elde ettikleri maliyet avantajlarıyla birçok üründe rekabet üstünlüğü elde etmeleri yatıyor. Böylelikle, Çin, Hindistan, Brezilya gibi ülkelerin dünya ekonomik faaliyetleri içindeki payları arttıkça geleneksel G-7 ülkelerinin etkileri de azalıyor.

Sonuçta, var olan uluslararası ekonomik düzenin sürdürülebilmesi için bu yeni yükselen ekonomilerin de işin içine katılması kaçınılmaz oluyor. Hatırlayın, 2008'de Amerika'da başlayan krizin yaygınlaşmaması için G-20'ler doğrudan bir koordinasyon merkezi gibi çalışmaya başlamıştı. Başta ABD ekonomisi olmak üzere, hemen hemen bütün dünya pazarlarında daralan talebin canlanması ve zora düşmüş şirketlerin batmaması, batanların da kurtarılması için genel bir mali genişleme kararı alındı ve bunun koordinasyonu da büyük ölçüde G-20'ler tarafından üstlenildi. Genişleyici politikalara bir son vermek gerekiyordu çünkü aksi durumda bütün dünyada enflasyon yeniden korkulu bir rüya hâline gelebilirdi, çünkü genişleyici politikalar talebi çok fazla tahrik ettikçe fiyatlar da yükselme eğilimine girebilirdi. O nedenle de bir çıkış stratejisine ihtiyaç vardı. Yani genişleyici politikaları durdurmak, daraltıcı politikalara geçmek gerekiyordu. Fakat bazı ülkelerde iyileşmeler beklendiği gibi gerçekleşmediğinden o ülkelerin daraltıcı politikalara geçmekte zorlandıkları görüldü. Bu ülkelerin başında da ABD gelmekteydi. Amerika bir türlü genişleyici politikalardan vazgeçmediği gibi Amerikan Merkez Bankası (FED) parasal genişlemeyi daha da arttırdı, karşılıksız dolar basmaya devam etti. G-20'ler bu işte başarılı olamadı ve bir anlamda kur savaşları da başlamış oldu. Kurların düzeyi normal olarak ülkelerin üretimdeki verimliliklerinin bir yansıması olarak onların rekabetçiliğinin bir göstergesidir. Uluslararası ticarette kurlar ancak ülkeler arası verimlilik ve enflasyon farklılığı oranında farklılaşabilirler. Fakat bu genel kabule rağmen bugün itibarıyla kur savaşları sona ermiş değildir. Amerika'dan sonra Avrupa Merkez Bankası da Yunanistan ve İrlanda'nın arkasından diğer başka Avrupa ülkelerinin de zora girebileceği kaygısıyla mali genişlemeye devam etmektedir.

Dünya ekonomisindeki bu gelişmelerin Türkiye'yi nasıl etkilediği meselesine gelince, açıktır ki parasal genişlemenin devam ediyor oluşu Türkiye'nin daha fazla sıcak parayla karşılaşmasına neden oluyor. Sıcak para bağımlılığı uyuşturucu bağımlılığından farklı değildir. Sıcak paranın ekonomiye girişiyle kurlar yükseliyor, ihracat azalıp ithalat artıyor ve sonunda Türkiye ekonomisinin bugün en önemli riski olan cari açık artıyor. Unutmamak gerekir ki Türkiye'nin en önemli ithalat kalemi enerjidir. Bu anlamda Türkiye enerji ithal edip bu enerjiyle üretim ve ihracat yapmaktadır. Kurların her yukarıya çıkışı üretim maliyetlerinin de yukarıya fırlaması demektir. Aynı şekilde unutmamak gerekir ki Türkiye aynı zamanda net borç alan bir ülkedir. Dolayısıyla, kurun her artışı, almış olduğu borcunu da ödediği faizinin de yukarıya fırlaması anlamına geliyor. Bu nedenle de kurların istikrarı çok önemlidir, ama ne var ki, uygulanmakta olan dalgalı kur politikası kurlar üzerinde etki etmeyi önlendiğinden, ekonomimiz dünya ekonomisindeki büyük dalgalar içinde yüzen bir tekne misali sallanıp durmaktadır.

Bugün Merkez Bankasının almakta olduğu tedbirler, bir yandan parasal genişleme yaratarak faizleri düşürmek ve böylelikle sıcak paranın önünü kesmek, ama öte yandan, bazı bankacılık uygulamalarıyla da, düşen faizlerin tüketimi ve kredilerini artırmasını önlemekten ibarettir. Hiç yapılmasın diyenler piyasaya teslim olanlardır; az yapılıyor diyenler ise, yeni önlemleri tartışarak, ekonominin üzerindeki cari açık vesayetine karşı mücadele etmek isteyenler, ekonomideki adaletsizliği büyük sorun olarak görenlerdir. İktidar partisi, cari açığın yarattığı adaletsizlikleri, eşitsizlikleri ve tehlikeleri ciddiye almamaktadır. Her ne kadar bu politika akıllı bir politika gibi görünse de, Amerika'dan ve Avrupa'dan gelen sıcak para dalgalarıyla baş etmekte sınırlı etkisi olacaktır. O nedenle de cari açık hâlen ekonomide en önemli risk konusu olmaya devam etmektedir.

Bugün Türkiye ekonomisinde iki önemli alanda sorunlar ağırlaşıyor; biri işsizlik, diğeriyse cari açıktır.
Bütçe kanunu, hükûmetlerin bir yıl içinde gelirlerini hangi kaynaklarla elde edeceklerini ve bu kaynakları nasıl kullanacaklarını özetler. Devlet ve onu yöneten hükûmetler, faaliyetlerini geleneksel olarak merkezî bir biçimde belirlerler, bu, geçmişten bugüne süregelmiştir, ama artık her şey değişiyor. Dünya ve özellikle teknolojik gelişmelerle bilginin daha fazla yaygınlaşmasıyla bilgiye halkın ulaşımının daha fazlası olması sonucunda dünya toplumlarının kendi kaderlerini daha fazla belirleyebilecekleri bir dünya hâline geliyor. Artık bu geleneksel merkezîlik aşılmalıdır. Demokrasilerde, devletin yapacağı harcamaların büyüklüğüne ve kapsamına ve bu harcamaların yapılabilmesi için halkın ödeyeceği vergileri yurttaşlarla, çeşitli mekanizmalarla karar vermelidir. Bütçe, yurttaşların bir belgesi olmalıdır. Bir başka deyişle, kamu harcamalarına, bu harcamaların finansmanını oluşturan vergilere, bu vergilerin miktarına, süresine ve tahsil usulüne karar verme sürecine yurttaşlar kendi örgütleri aracılığıyla daha fazla katılmalıdır.

Kaynaklar ve harcamalar dengesi yurttaşların katılımına açık hâle getirilmelidir. Yurttaşlar kendi tercihlerini kendi örgütleri aracılığıyla yansıtabilmelidir.

Bugün bütçe tercihleri neye göre belirleniyor? Neye göre kararlar alınıyor? Milletvekilleri yurttaşların tercihlerini biliyor mu? Taleplerini ve ihtiyaçlarını anlıyorlar mı? Hayır.

Bu Hükûmet de, muhalefet de bütçe sürecine yurttaşların katılımını nasıl sağlanacağını düşünme üzerine şekillendirmelidir. Yurttaşın tercihlerinin nasıl yansıtacağının değerlendirilmediğini açıkça görüyoruz. Sorulsa görülecektir ki yurttaşların tercihleri ile hükûmetlerin tercihleri arasında büyük farklar ortaya çıkmaktadır.
Sürekli açık veren bir bütçe, üretimin az tüketimin çok oluşu, bölgeler arasındaki dengesizlik, gelir dağılımındaki korkunç uçurum, kazançtan değil tüketimden vergi almayı alışkanlık hâline getirme, işsizlik, kayıt dışı ekonominin düzeyi, bütçenin aslan payını alan militer harcamalar yurttaşların tercihleri olabilir mi hiç?

Ekonomide de demokrasi ve katılım olmalıdır. Bu nedenle bugünün toplumlarının layık oldukları ve bütçede adaleti sağlayabilecek bütçe yapma yaklaşımının daha fazla katılım içermesi gerektiği zamanın ruhuna uygun bir yaklaşımdır. Oysa AKP Hükûmeti böyle bir katılımcı bütçe yapma arayışı içinde değildir.

Ekonomideki düzenleyici kurulların örgütsel dizaynlarının da katılımcı olmaması, bunların ya hükûmetin ya da özel kesimin etkisi altına girmesi de aynı zihniyetin bir sonucudur.

Demokratik toplumlarda bütçenin kaynağını teşkil eden vergileri veren yurttaşların, sivil toplum örgütlerinin katılımı ve denetimi esastır. Halbuki bütçe çalışmalarında milyonlarca insanı temsil eden kuruluşların, odaların, sendikaların, meslek birliklerinin, sivil toplum örgütlerinin görüşleri alınmamaktadır. AKP Hükûmeti, vergi verenlerin ve kamu hizmeti almayı hak edenlerin taleplerini dinlemiyor. Ekonomide de demokrasi ve katılım gerçekleşmeden adalet ve eşitlik sağlanamaz.

Ekonomiyi anlaşılabilir kılmak, günlük yaşam ve demokrasi açısından halk için çok önemlidir. Hem ekonomik büyüme hem özgürlük ve demokrasi... İşte olması gereken budur.

İktidar partisi, demokrasi ve özgürlük söz konusu edildiğinde sınıfta kalıyor. Ekonomide demokrasi ve yurttaş katılımından söz ettiğimizde, bilinmeyen bir dil konuşuyormuşuz gibi geliyor iktidar partisi milletvekillerine.
Katılım demişken, son günlerde koparılan gürültüye de değinmeden edemeyeceğiz.

Yerel yönetimlerin demokratikleştirilmesi demek, yerellerde yurttaşların daha fazla söz ve karar hakkı sahibi olması demektir. Yerinden yönetim demek, merkezî vesayetin azaltılması, süreç içinde tasfiye edilmesi ve yerinden yönetim mekanizmalarının güçlendirilmesi demektir, yani halkın yönetime katılması demektir.
Temsilî demokrasi ile katılımcı demokrasinin birliğinin sağlanması, hem demokraside istikrarı sağlar hem de demokrasinin demokratikleştirilmesini, halkın söz ve karar sahibi olmasını sağlar.

Bunu tartışmak, bu konuları demokratik zeminlerde özgürce konuşmak neden rahatsız eder, neden ürkütür? Olsa olsa, demokratik olmayan alışkanlıkların sürmesinden, bu zihniyetin kalıntılarından kaynaklanmaktadır yaşadığımız tıkanıklık. Hemen savcılar ve başsavcılar harekete geçebiliyor, "kapatırız", "kapattırırız" çığlıkları atılmaya başlanıyor.

Galiba hâlâ anlaşılamadı ve hazin bir durumla karşı karşıyayız. Biz bir çınarız, ne kadar budasanız o kadar gürleşiriz. Köklerimiz çok derindedir.

Bir kez daha hatırlatalım ki bu çınarı köklerinden sökerek bu ait olduğu topraklardan uzaklaştırmaya çabalayanlar, bu ait olduğu topraklarda yaşamasın diye çabalayanlar esas bölücülerdir.

Özgür ve demokratik bir tartışmadan korkmaya gerek yoktur. Bugün, dünyada da Türkiye'de de zamanın ruhu demokrasi, yurttaş katılımı ve özgürlüktür. Bu anlaşıldığı zaman değişim başlamış demektir. Sözde değil, özde demokrat olmak gerekiyor.

Soruyorum Hükûmete ve AKP milletvekillerine, muhalefet partilerine, çığlık çığlığa dolaşan bürokratlara: Kamu Yönetimi Yeniden Yapılanma Kanunu ya da o şerhlerle doldurduğunuz Avrupa Yerel Yönetimler Şartı veya bölgesel kalkınma ajansları laflarını duyduğunuzda neleri hatırlıyorsunuz?

Bu konuların tartışılmasıyla yerinden yönetimin gerçekleştirilmesi ve güçlendirilmesi veya yerel yönetimlerin demokratikleşmesi tartışmalarının arasında büyük bir fark yoktur. Bu tartışmaları özgürce yapmazsanız, yapanları engellerseniz, o zaman ne Avrupa Birliği ne de yeni demokratik ve özgürlükçü bir anayasa konusunda söylediklerinize kimse inanmaz, hepsi sadece yalan olur.

AKP Hükûmeti, bütün geçmiş hükûmetlerin ve kendisinin de iktidarda olduğu sekiz yıl boyunca yaptığı gibi bir kez daha vergide adaletsizliği yapısallaştıran dolaylı vergilere yükleniyor. Vergilerin yüzde 68'inin dolaylı, gerisinin, yani yüzde 32'sinin dolaysız vergilerden oluşan bir bütçe tasarısını ortaya koymuş olması bunun en açık ifadesidir. Adaletli vergi almak yerine, tüketiciden, halktan vergi alma anlayışından hiç vazgeçmeyecek misiniz? En son petrol fiyatlarındaki artışın ne denli çarpıcı olduğunu ve yurttaşlara çarptığını görmüyor muyuz?
Büyük gelir eşitsizliği olan Türkiye'de gelir uçurumunu bütçe üzerinden daraltmak mümkünken, tersine, vergi ve harcamalarla eşitsizlik büyütülüyor. Vergilerin ağırlığı, gelir vergisi yoluyla doğrudan, tüketim harcaması yaparken de dolaylı olarak çalışan sınıflardan alınıyor. Şirketler, bankalar varlıklı sınıfın gücünün çok altında vergi ödüyorlar.

Vergilerdeki payı üçte 2'lik büyüklükte oluşan dolaylı vergilerin çoğunu gelirinin tümünü harcamak zorunda olan ve harcarken vergilendirilen alt ve orta sınıflar ödüyor.

İhtiyaç duyulan kaynaklar hakça bir vergileme sistemiyle toplanamıyor.

Gelir bütçesini büyütmeden, geliri artırmadan tabii ki gider bütçesinin artması daha fazla açık demek ve ileride daha büyük sıkıntılar demektir. O yüzden bizim öncelikle amacımız pastayı büyütmek olmalıdır. O yüzden bizim öncelikle amacımız gelir bütçesini çoğaltmak olmalıdır. Tabii ki gelir bütçesi içindeki en önemli kalemin de vergi gelirleri olduğunu biliyoruz.

Peki, bu Hükûmet bunu nasıl yapıyor? Dolaylı vergileri artırarak. Yani halkın elindekine göz dikerek. Kayıt dışına savaş açarak değil. Kazanandan daha çok vergi alarak, vergi adaletini sağlayarak değil, halktan daha fazla vergi alarak.

Gelir dağılımı adaletsizdir. Yoksulluk eşit vatandaşlık temelinde çözülmelidir. Sosyal yardımlardan yararlanan yurttaşların sayısı artırılmalı, sosyal yardım politikası kapsamına alınmalı, çocuk yoksulluğuyla mücadelede özel sosyal yardım politikaları geliştirilmeli, yaşlılara yönelik sosyal yardım ve hizmet politikalarına kaynak ayrılmalı, sosyal yardım alanındaki kurumsal parçalanmışlık kaldırılmalı, insan onuruna yaraşır hâle getirilmelidir.

Bütün verginin neredeyse yüzde 70'ini yine çalışan kesimlerden alıyorsunuz. Bu tehlikelidir, emekçi halkı anlamayan bir anlayıştır. Yoksullarla değil, yoksullukla, işsizlerle değil, işsizlikle mücadele etmek esas politika olmalıdır.

Bu Hükûmet çalışanların örgütlenme hakkının, sendikal hakların, sosyal hakların, onurlu ücret politikalarının da sağlıklı demokrasinin temeli olduğunu anlamıyor. İşsizlik hâlâ yüzde 10-11'ler seviyesinde ki 2010 yılında büyümenin yüzde 7,5-8 gibi bir seviyede gerçekleşeceği düşünüldüğünde bunun oldukça can sıkıcı bir rakam olduğu ortadadır.

AKP Hükûmeti emek alanını ilgilendiren düzenlemelerde de benzer bir tutuma sahiptir. Çalışma barışının ve endüstri ilişkilerinin geliştirilmesinde, çalışma hayatıyla ilgili mevzuat çalışmalarının ve uygulamalarının izlenmesi amacıyla Hükûmet, işçi ve işveren konfederasyonları arasında etkin danışmayı sağlamak üzere üçlü temsile dayalı olarak kurulmuş bulunan Üçlü Danışma Kurulunu hiç bilgilendirmemektedir. Konfederasyonların görüşleri doğru dürüst alınmamaktadır. Üçlü Danışma Kuruluna İlişkin 144 sayılı ILO Sözleşmesi'ne ve sosyal diyaloga aykırı davranılmaktadır. Zaten Hükûmet, ILO kararlarına da hiç özen göstermemektedir. Özellikle sermaye kesimleri tarafından dile getirilen esnekliğin yaygınlaştırılması gibi öneriler olunca Hükûmet, hemen vaziyet almakta, bunları desteklemektedir.

Eksik ve yetersiz istihdam edilenlerin -gizli işsizlerin- sayısını arttıracak, yarı zamanlı ve geçici çalışmayı yaygınlaştıracak önerilere Hükûmet büyük bir iştahla sarılmaktadır. Halbuki hedef, insan onuruna yaraşır nitelikli ve güvenceli işler yaratmaktır, esnek çalışma biçimlerini ve gençlerin sömürüsünü yaygınlaştırmaya çalışmak değildir.

Türkiye'nin en büyük sorunu hâline gelen işsizliğin çözümüne yönelik emek kesiminin taleplerine karşı sessiz ve duyarsız kalan da bu Hükûmettir. Kadınların ve gençlerin istihdama katılımının artırılmasına yönelik önermeler yerine, çalışma yaşamına en acımasız koşullarda katılan bu kesimlerin iş talebini artıracak önlemler alınmamaktadır. İnsan onuruna yaraşır bir iş talebinin göz ardı edildiği koşullarda, stajyer sömürüsünün artırılması, deneme sürelerinin uzatılması, kısmi zamanlı çalışma ile eksik zamanlı ve yetersiz istihdamın yaygınlaştırılması gibi uygulamalardan geniş kesimler lehine sonuçlar çıkarmak mümkün değildir.

"Stajyerlik" adı altında işe yeni giren işçilerin daha fazla sömürülmesine olanak tanıyan düzenlemeleri de bu Hükûmet tasarlamaktadır. Meslek yüksekokullarını da stajyer sömürüsü kapsamına alan, stajyerlik için uygulanan asgari ücreti aşağı çeken anlayışlara bu Hükûmet prim vermektedir. Ucuz emek sömürüsünün bir biçimi olan stajyerlik uygulaması genişletilmekte, ödenecek ücretler ise düşürülmektedir.

Kısmi süreli çalışmanın yaygınlaşmasını kolaylaştırıcı uygulamaları da bu Hükûmet tasarlamaktadır.
Türkiye, çalışma hayatı açısından çok ciddi kuralsızlıkların ve denetimsizliklerin yaşandığı bir ülkedir. Buna rağmen, atipik istihdam biçimlerinin yaygınlaştırılma çabası iyi niyet taşımamaktadır. Esnek çalışma biçimlerinden biri olan çağrı üzerine çalışmaya ilave olarak evden ve uzaktan çalışma uygulamaları da ilave edilmektedir. Esneklik uygulamalarının İş Kanunu'na yeni çalışma biçimleriyle girmesi, esnekliğin yani kuralsızlığın bir kural hâline getirilmesini amaçlamaktadır. Kişinin çalışma yaşamına sadece kendisine ihtiyaç duyulduğunda dâhil olduğu, sosyal ve ekonomik haklarını iş gücüne dâhil oldukları bu geçici sürelerde kullanabildikleri bu tip düzenlemeler yetersiz istihdamın artırılmasını amaçlamakta, işsizliğin gizlenmesi anlamına gelmektedir. Yani işsizliği ortadan kaldıracak önlemler değildir bu Hükûmetin hedeflediği.

Bugün âdeta iki Türkiye oluşmaktadır: Birisi tuzu kuruların Türkiye'si, diğeri de toplumsal adaletsizlik pençesinde kıvranan milyonlarca insanın Türkiye'sidir. Sosyal, siyasal ve kültürel boyutları da bulunan iki Türkiye manzarası demokrasinin gelişimi açısından da son derece düşündürücü ve vahimdir. Bu durumu değiştirecek olan acil sosyoekonomik adımlara ve toplumsal adaleti gerçekleştirecek sosyal bütçelere ihtiyaç vardır.

Tasarıda Hükûmetin 279 milyar gelir, 312,5 milyar Türk lirası gider planladığı ve bütçe açığının ise 33,5 milyar Türk lirası olacağı ifade ediliyor. Buradan da anlaşılmaktadır ki, 2011 yılının bütçe açığı gayrisafi yurt içi hasılanın 2,8'si olacaktır. Geçen yıl bu rakamın yüzde 4 olduğu dikkate alındığında Hükûmetin 2011 yılında daha da sıkı bir maliye politikası yürüteceği anlaşılmıştır. Ancak, bu kısılmanın merkezî yönetim giderlerinin gayrisafi yurt içi hasılanın yüzde 27'sinden yüzde 25,7'sine düşürülmesiyle elde edilen bir kısılma olduğu göz önüne alındığında ekonomide kamu ağırlığının azalmasıyla gerçekleşeceği anlaşılmaktadır.

Bu bütçeyle bir kez daha görülmektedir ki, işçisi, emeklisi, işsizi, çiftçisi, küçük üreticisi, öğrencisi, ev kadını, yoksulu ile geniş toplumsal kesimlerin taleplerini yansıtan bir sosyal bütçe yapılması için, temsilde adaleti içeren, yeni dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen akıl dışı ve antidemokratik barajlar olmaksızın oluşturulacak yeni bir Meclise, yeni bir Hükûmete ve yeni bir Anayasa'ya ama sözde değil, sahiden demokratik ve özgürlükçü bir sosyal Anayasa'ya ihtiyaç vardır.

Engels vaktinde demişti ki: "Ne mutlu o yoksullara ki öteki dünya onlarındır, er geç bu dünya da onların olacaktır." Bu saptamanın ne kadar doğru ve haklı olduğunu görüyorum.

Bu çerçevede, sosyal sınıfların, emekçi sınıfların talepleri doğrultusunda farklı bir bütçenin gerçekleşmesinin, özgür, demokratik, sosyal bir cumhuriyet inşa edilmesinde vazgeçilmez olduğuna inanıyorum, teşekkürlerimi ifade ediyorum.

Ufuk Uras
İstanbul Milletvekili


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder