2 Ocak 2011 Pazar

Ufuk Uras'ın Dışişleri Bakanlığı Bütçesi Üzerine Yaptığı Konuşma

Sayın Başkan, değerli vekiller; Barış ve Demokrasi Partisi Grubu adına, Dışişleri Bakanlığı bütçesinin görüşüldüğü bu Genel Kurul toplantısında, Türkiye'nin dış politikasıyla ilgili Türkiye Büyük Millet Meclisine, ulusal ve uluslararası kamuoyuna yansıyan bilgiler ve Hükûmetin pek de cömert olmayan sınırlı bilgilendirmeleri üzerinden görüş ve değerlendirmelerimizi sayın heyetinizle paylaşmaya çalışacağız. Bu vesileyle hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Değerli milletvekilleri, Türkiye'nin ne denli zorlu bir coğrafyada bulunduğunu hem tarihimiz hem de bugünümüz yeterince bize göstermektedir. Yalnız bugünün uluslararası ilişkileri ve dengelerinden kaynaklanan sorunlar değil, bünyesinden yirmi yedi devlet çıkan Osmanlıdan devraldığımız ilişkilerden de beslenen çeşitli sorunlar nedeniyle de bunu her dönemde çok sıcak bir şekilde yaşıyoruz. Yerelliğin neredeyse devrini tamamladığı, küreselleşmenin giderek hâkim eğilim hâlini aldığı günümüz dünyasında, dış politika da devletin özel alanı olmaktan çıkıp sivil siyasetin ve yurttaşların üzerinde söz söylediği ve saydamlaşma talebini yükselttiği bir açık politik zemin hâline gelmeye başlamıştır.

Örneğin, son Wikileaks olayının politik şahsiyetlerimiz ve ülkeler hakkında yarattığı sansasyonel sızıntılar olağanüstü ilgi gördü. Az kalsın dış politikayı bırakıp iç politikayı bu sızıntı belgelerine endeksliyorduk. Bu diplomatik depremin temel mahiyetini anladığımız hâlen şüphelidir. Uluslararası basında bu, bir tür “yeni Pearl Harbor baskını” gibi algılanıyor. Derslerle dolu bu gelişmeyi iç hesapların hırsına kurban etmek üzereyiz. Hâlbuki karakteristiğini geçtiğimiz yüz elli yılda alan, dünya diplomasisini temelden sarsabilecek bir vakayla karşı karşıyayız.

Saydamlık talebi dünya ölçüsünde önü alınamaz bir hâle gelmiştir. En son Rus televizyonunda gördüm, Dışişleri Bakanlığı Rusya’da artık elektronik daktilo yerine mekanik daktiloya geçme noktasına bile geldiğine göre, bu, paranoyanın gücünü gösteriyor.

Dış politikayı sadece bir devlet politikası değil, alternatif sivil seçeneklerin değerlendirilebileceği, siyasi partilerin birbirinden farklı görüşler getirebileceği bir zemin olarak ele almak gerek çünkü dış politikada ülkenin çıkarı kamu çıkarı dediğimizde bundan ne anladığımız belli olmayabilir, farklı olabilir. Örneğin Bakanlığımızla Ermeni patrikhanesinin seçiminde 6.000 imza toplayıp “Patrikhaneye biz seçmek istiyoruz patriğimizi.” diyen cemaatin görüşünü mü esas alacağız yoksa “Hayır, ben sizin ruhani liderinizi seçmenizi değil benim ilişkimi esas alıyorum.” mu diyeceğiz? Bütün bu konularda farklılıklar doğaldır, olmalıdır. İşte tezkerede bunu çok açık bir şekilde gördük. AK PARTİ’nin getirdiği tezkereye CHP karşı çıkabilecekken karşı çıkmadı CHP, AK PARTİ, MHP birleşti bir BDP grubu karşı çıktı. Bu konularda farklı görüşlerin olması doğaldır. Gününü doldurmuş anlayışların daha fazla sürdürülemeyeceği bir zemine doğru gidiyoruz. Dışişleri Bakanlığının bu gelişmelerden gereken olumlu dersleri çıkarmasını, Bakanlığın çalışma alışkanlık ve metodolojisini yeni durum üzerinden gözden geçirmesini, atılan yeni adımlar hakkında Meclis ve kamuoyunu da aydınlatmasını bekliyoruz.

Örneğin yeni bir gelişme olarak Teşkilat Kanunu benim de içinde olduğum Dışişleri Komisyonunda görüşülürken ilk defa komisyona KESK’e bağlı Büro Emekçileri Sendikası dahil edildi, görüşlerini ifade ettiler ve bir tür bir demokrasi örneği olarak bundan mutlu olduk ama iş yeri temsilcileri bugün hâlâ diyor ki: Diğer bakanlıkların personeliyle aramızdaki makas açılıyor, 5.500 kişinin 2.500’ü hâlâ sözleşmeli personel kapsamında, çalışma koşullarının iyileştirilmesi lazım, 4/B statüsündeki personelin iş güvencesine kavuşturulması lazım gibi görüşleri sendikamız ifade ediyor. O yüzden teşkilatın kendi içinde demokratikleşmesi, özlük haklarına sahip olması çok daha nitelikli bir çalışmayı ortaya koyacaktır.

Hatırlanacağı gibi AKP Hükûmeti Türkiye’nin dış politikasının temel duruşunun komşularla sıfır problem olduğunu ifade etmişti. Bu politika Balkanlar, Kafkasya ve Orta Doğu’da ülkenin istikrar ve güvenliğini riske sokan her gerilim ve anlaşmazlıklara karşı diyalog ve sivil diplomasiyle çıkış yolunun aranmasıydı. Sorunların askerî değil, sivil siyasi çözümle ele alınması anlayışına dayanıyordu. Yaklaşım böyle olmakla beraber, izlenen çizginin böyle mi olduğu, bekleneni verip vermediğini tartışmalıyız ama burada bazı vekillerin konuşmalarından görüyorum ki hâlâ şiddet politikası, nefret politikası, gerilim politikası bir alternatif olarak sürdürülüyor. Bu, kabul edilebilir bir şey değil.

Elbette ki dış politika alanı, bütün süreçlerini tek başına bir ülkenin belirlediği ve dolayısıyla basit bir başarı-başarısızlık ikilemi içerisinde ele alınabilecek bir konu değil. Çünkü belirleyeni çok, tarihsel faktörlerin hepsinin devrede olduğu, tek tek ülkelerin içinde bulunduğu bağların birçok şeyi belirlediği karmaşık bir alanda bulunuyoruz. Üstelik atılan her adımın etkilerinin hemen yirmi dört saat içinde sonuçlarının alınmayacağı, zamana yayılacağı çok açık bir gerçeklik.

İşte, İran konusu böyle bir mesele. İran’a nükleer bahaneyle, ABD’nin kumandasında, İsrail’in açık ve bazı Arap ülkelerinin örtülü destek vereceği uluslararası bir koalisyonun askerî operasyon düzenlemesine grup olarak kesinlikle karşı olduğumuzu ifade etmek isterim. Bölgemizde ve komşularımızda elbette nükleer silah bulundurulmasını istemeyiz ama çifte standarda da düşmemeliyiz. Bu melanetin içinde Türkiye ev sahibi mi olacaktır, bu melanetin ev sahibi mi olacaktır, yoksa barışın bir aktörü mü olacaktır, buna hızla karar vermemiz gerekiyor. Sivil toplum örgütlerinde “Komşuma dokunma.” politikasına kulak verilmesi önemlidir. Nükleer silahlanmaya karşı hassasiyetin, İsrail’i de içerecek bir şekilde sürdürülmesi son derece önemlidir. Nükleer kalkan konusu bu açıdan turnusol kâğıdıdır. WikiLeaks belgeleri sayesinde, NATO mahreçli nükleer bombalar ve yarattığı riskin ortaya çıktığını yani bizim bütün iddialarımızın aslında doğru olduğunu bir kere daha görmüş bulunuyoruz.

Değerli vekiller, ana muhalefet partisi sayın konuşmacısının anti-Amerikan tutumu son derece olumlu bulduğumu ifade ederim. Demek ki önümüzdeki süreçte İncirlik’e ilişkin, NATO’ya ilişkin eylemlerimizde artık yalnız kalmayacağız. Yalnız, Irak yönetimine ilişkin demin de söylediğim olumsuz tutum, örneğin “Amerikan piyonu” şeklindeki yaklaşım kabul edilemez çünkü o zaman size sorarlar: “Siz NATO oyununda, NATO satrancında şah mısınız? Vezir mi sayıyorsunuz kendinizi?” diye sorarlar. O zaman gelin, NATO’ya karşı, İncirlik’e karşı kendi içimizde tutarlı olmak istiyorsak bu zeminde ortak bir hat geliştirelim.

AKP Hükûmetinin dış politika adımlarının hem ülke içinde hem uluslararası arenada da tartışma yarattığı ortadadır, öyle ki konu Türkiye'nin ekseninin değişip değişmediği noktasına gelmiştir. Peki, önceki eksen neydi, ondan çok mu memnunduk ya da eskiden çok kötüydü de bu Hükûmet döneminde mi şaha kalktık soruları önemini koruyor.

Eksen dediğiniz, eksen kayması dediğiniz disk kayması gibi bir şey değil, böyle “tık” diye bir şey olacak ve ekseniniz kayacak… Ben pek eksen kaymadığını Dışişleri Komisyonu üyesi olarak gelen heyetlerin bilişiminden görüyorum. Dış ilişkilerde ne olduğunu bilemiyorum çünkü BDP grubu olarak dış gezilerde ve ilişkilerde vebalı muamelesi gördüğümüz için, ambargo yediğimiz için diğer partilerin anlaşmasıyla hiçbir dış toplantıya katılmadık. Oralarda bir eksen kayması olup olmadığını katılan milletvekillerimiz daha iyi bilirler ama Venezüella Dostluk Grubu üyesiyim, Chavez bütün Orta Doğu’yu dolaşıyor “Gelin, Chavez’i de Türkiye’ye davet edelim, hiç değilse enerji politikamızda rahatlık sağlar.” dediğimizde eksenin kaymadığını görüyorum. “Gelin, Abazalarla ilgili bir tutum alalım, 23 Nisanda Abhazya gençlerini de çağırın.” dediğimizde, bakıyorsunuz eksen sapasağlam duruyor. Zaten bizim temsilciler de Çin heyetiyle görüştüklerinde Uygur meselesinde Çin’in bütünlüğünün esas olduğunu söylüyorlar, Sırbistan’ın bütünlüğünün esas olduğunu söylüyorlar. Demek ki buralarda eksen kaymıyor. Peki, diyeceksiniz Kaddafi’den insan hakları ödülü almak nedir? Onu eksen kaymasından çok başka bir kaymayla izah etmek gerekiyor.

Şimdi, Kıbrıs sorunu tabii bizim açımızdan çok önemli, burada bir çıkmaza sürüklendiğimizi görüyoruz. Birleşmiş Milletlerin ve AB’nin desteklediği Annan Planı’na ne KKTC ne de Türkiye hayır dedi. Rum tarafı ve AB’nin katı tavrı nedeniyle süreç açmaza sürüklendi ama bazı limanların kısmen açılması ve KKTC’deki askerlerden bir bölümünün geri çekilmesi yoluyla acaba süreç zorlanamaz mıydı?

Şimdiki iki ayrı devlet durumunu nihai durum hâline getirmek gibi bir niyet olmadığı ifade edildiğine göre, biz üzerimize düşeni yaptık rahatlığının arkasındaki neden nedir sorusunu sormamız gerekiyor.

Türkiye'nin dış politikası ve AB hedefini Kıbrıs sorununa rehin vermemeliyiz. Eşit siyasal haklara dayalı iki kesimli ve iki toplumlu bir federasyon modelinde bu sorunun kısa zamanda çözüme kavuşması için inisiyatif almaktan imtina etmemeliyiz. Otuz altı yıl, kaybedilen otuz altı yıl yeter gibi gözüküyor. Tabii, ideal durum, İngiliz üsleri de dâhil olmak üzere bütün adanın demilitarizasyonunu savunmak olmalıdır.

Demin söylediğim gibi, küreselleşme aslında kendi içinde karşıtını yaratıyor. Her alanda biz barışın küreselleşmesini savunabiliriz. Çok eksenlilikle küreselleşme bağdaşıyor mu bilmiyorum. Bugün Çin’in Dünya Ticaret Örgütüne girmesini sağlayan ABD’nin kendisidir. Çok kutuplu dünyadan, bazı vekiller zaman zaman “Tek kutuplu dünyaya geçtik.” diyorlar ama tek ve kutup birlikte telaffuz edilemez bir hegemonik dünya var. Hegemonya rızanın örgütlenmesiyse dünyanın bu hâline biz razı değiliz, razı olmamak durumundayız.
“Avrasya Seçeneği” diye uydurulan seçeneğin Avrasya’ya baktığınızda merkezinde ABD ve Batı’yı görürsünüz. Türkiye'nin Avrasya ülkeleriyle Türk cumhuriyetleriyle dış ticaretinin yüzde 4 oranında olması zaten durumu yeterince özetliyor.

Ermenistan ile ilişkilerimizin normalleşmesinde de benzer bir durumla karşı karşıyayız. Stadyumlarda atılan barışçıl adımlar bir başka ülkeyle ilişkinin kıskacına takılabiliyor. Her 24 Nisan günü ABD Başkanı “jenosit” kelimesini kullanacak mı diye ulusal endişelere sürüklendiğimizi görüyoruz. Türkiye, bu konuda diplomatik cesaretini hiçbir ülkenin ipoteği altına sokmamalıdır. Kapıların açılması hem Türkiye'nin hem de komşularının lehine olacaktır. Bölgede barış, demokrasi ve istikrar aktörü olmak istiyorsak öncelikle bize ve komşularımıza hizmet edecek olumlu adımlarımıza yönelik dış ambargolardan kurtulmalıyız. Bu mesele bizim meselemizdir, başka parlamentoların meselesi değildir.

Irak’la ve Kürt bölgesel yönetimiyle ilişkilerimizde de benzer bir sorun söz konusudur. Malum, Kürt sorunu bizim en temel sorunumuzdur. Çok can ve kan kaybettik. Acımız derindir. Henüz çözüme de ulaşmış değiliz ama ağır da olsa temel sebebin ülkenin siyasal modelinde, geleneksel anlayışlarda ve ondan kaynaklanan acımasız, kör uygulamalarda olduğunu görür gibiyiz. Hâl böyleyken, içeride yaşadığımız sorunlarla uğraşırken Kürt yurttaşlarımızın hemen yanı başındaki akrabalarıyla ve Irak Hükûmeti ve partileriyle ilişkilerin bozulması kabul edilemez. Dış politika zaten soy merkezli olamaz, yurttaş merkezli olmalıdır. Kendi içimizde demokratik ve barışçı çözüme bağlamamız gereken bu sorunu Irak’a havale etmemiz de kabul edilemez. Bu gerilimin çok uzun sürdüğünü görüyoruz, şimdilerde durumun böyle gidemeyeceğini görüyoruz. Türkiye kendi içinden kaynaklanan bir sorunu hiçbir komşusu üzerinden ve ona havale ederek çözemez. O nedenle Irak iç siyasetinin bir iç aktörü olmayı küresel bir  despot olarak ABD uygun görebilir ama Türkiye bundan uzak durmalıdır. Bu coğrafya artık ülkesel ve bölgesel mühendislikleri kaldıramayacak kadar şişmiş görünüyor. Son Cumhurbaşkanlığı seçiminden de buna ilişkin yeterince ders çıkarılmalıdır.

O yüzden demin söylediğim gibi demokratik, diplomatik çözüm yerine hâlâ askerî operasyonlardan medet ummak kabul edilemez. Defalarca denenen kara operasyonlarının hâlâ burada savunulması kabul edilemez. Batı açısından üç tane Irak vardır arkadaşlar: Normal, süper, kurşunsuz. Biz komşumuza yani Irak’a bu gözle bakamayız. Enerji ve su politikası gibi küreselleşmenin devasa meselelerinde bir barış ortamına kavuşmamız Kürt sorununun demokratik siyasi çözümünü gerektiriyor.  O zaman, sıfır sorun politikası bizim açımızdan içimiz, dışımızın bir olması gereken, “Yurtta barış, dünyada barış” politikası olmalıdır.

 İşte, ana dilde eğitim hakkı gündeme geldiğinde bir bakıyorsunuz Genelkurmay Başkanlığı hemen tepki veriyor. Beklenir ki tepkiyi Dil Kurumu versin yani Dil Kurumu desin ki mesela “Öyle değil ama böyle.” Herhangi bir çocuğunuz üç dil, dört dil bildiğinde  “Ya, ne kadar iyi, ne kadar kültürlü bir çocuk” dersiniz, “Piyano çalıyor, keman çalıyor, şiir okuyor, çok kültürlü, çok dilli.” dersiniz, o bireyde takdir ettiğiniz topluma denk düştüğünde, bu sefer buna tepki gösteriyoruz.

Dillerimiz, kültürlerimiz, kimliklerimiz, inançlarımızın hepsi bizi zenginleştirir. Kürtlerin Kürtçe konuşması şaşkınlık yaratmamalıdır. Dili kelepçelemek doğru bir politika değildir. Yıllardan beri siyasette yasaklı, sokakta işsiz, savaşta ölü olmayalım dedik.

NATO’ya bakalım. Bu kadar itiraz edilen askerî bürokrasi NATO’da iki dil üzerinden ilişki kurmuyor mu? Bizim Türk cumhuriyetleriyle kurduğumuz ilişkilere baktığımızda biz tercüman kullanmıyor muyuz? Yani bir kendi toplumumuzla yüzleşmeliyiz, bir de uluslararası ilişkilerdeki vazettiğimiz vakaların ne ölçüde gerçekleşip gerçekleşmediğini de sorgulamalıyız iki yanlı.
Şimdi, bilinmeyen dil konuşulduğunda “Bilinmeyen dil konuşuluyor.” deniliyor. Ben size bilinmeyen -biliyor musunuz bilmiyorum- bir şiir okuyayım, onu da “Bilinmeyen dil” diye yazacak mısınız bakalım?
“Sanma şâhım herkesi sen sâdıkâne yâr olur.
Herkesi sen dost mu sandın, belki ol ağyâr olur.
Sâdıkâne belki ol âlemde bir serdâr olur.
Yâr olur, ağyâr olur, serdâr olur, didâr olur.”
Sizin işinizi zorlamak için söylemiyorum ama, artık bunu da “Bilinmeyen dil” diye umarım yazmazsınız.

Yasaklarımızı kaldırmalıyız. Dilekçe hakkı, herhangi bir anayasal, yasal değişikliği gerekmiyor, dilekçe hakkı söz konusu olmalı her alanda.
Sayın Bakanımıza geçen gün söyledim “TRT’de Yılmaz Güney filmleri yasak, biliyor musunuz?” “Hayır, nasıl olur!” dedi. Üstelik Yılmaz Güney’in “Kasımpaşalı Recep” diye bir filmi var. “Hani, onunla başlayabilirsiniz.” dedim.

MUHARREM İNCE (Yalova) – Kasımpaşalı Recep bir tane olur, iki tane olmaz!

MEHMET UFUK URAS (Devamla) – Her türlü yasağa karşı olmamız gerekiyor.

12 Eylül darbesini yapan, Kenan Evren Kışlası… Ben Fenerbahçeliyim ama, Nazizm’i savunan Saraçoğlu’nun “Saraçoğlu Stadı” diye adının verilmesi de dâhil olmak üzere bütün yasakların kalkması gerekiyor.

Olumlu bir şey var tabii, geçen gün Fatsa Belediyesine rica ettik. 12 Eylül deyince akla Fatsa gelir. Terzi Fikri’nin yaptığı caddeye “Kenan Evren Caddesi” adını koymuşlardı, oy birliğiyle demeyelim, MHP’nin 2 üyesinin reddi dışında, topluca Fatsa’da Sevgi Caddesi oldu, Kenan Evren Caddesinin adı değiştirildi. Darısı diğer kışlaların caddelerin, okulların adına.
O yüzden, bu konjonktürde bütün yasakları kaldırmalı ve silahlar susmuşken, güven verici adımları atmalıyız ki, dış ülkelerle ilişkimizde de bir örnek model oluşturabilelim.

Burada, Habur konusunda herkes bir yarışmaya girdi. Biz Habur’da süreci izlemiştik. Bütün sakilliklerine rağmen, oradaki insanların sevinci “Artık çocuklarımız ölmeyecek”ti. Ama hiç kimse buraya çıkan Sevahir Bayındır ve arkadaşlarının Habur’la ilgili hazırladığı dosyaya bakmak gereksinimi duymadı. Oradaki 17 bin insan nasıl topluma kazandırılacak? Nasıl oradaki, kamplardaki insanların insanca yaşama koşulları sağlanacak?

Siyasetse, negatif siyaset değil pozitif siyaset üzerinden adım atmamız gerekiyor. “ Kimliklerimiz ve kültürlerimiz bizi parçalar mı?” sorusuna Miloseviç “Parçalar.” dediği için Yugoslavya’da tek tipleşme oldu. Bize Yugoslavya’yı örnek verenlere söylemek gerekir ki, çok kültürlülük, çok kimliklilik bizi zenginleştirir, parçalamaz.

Bir dalga kıyıya doğru giderken önündeki dalganın sükûnetini görünce şaşırır “Görmüyor musun, kıyıya gidince yok olup gideceğiz.” der, önündeki dalga “Yanılıyorsun, biz aynı zamanda denizin bir parçasıyız, denize kavuşacağız.” der.

Kimliklerimiz birer tespih tanesiyse o tespih tanelerini oluşturan ip yani ortak değerlerimiz bizi ayakta tutuyor. Ortak değerlerimiz ile kimliklerimizi ve kültürlerimizi özgürce yaşamak asla birbiriyle çelişen özellikler değildir. O yüzden, önümüzdeki süreçte bu adımları kararlılıkla atarsak dış politikada da iç politikada da elimiz son derece rahat olur.

Orhan Pamuk İstanbul’a dünyanın merkezi diyordu. Çok kültürlü, çok kimlikli bir Avrupa ile çok kültürlü çok kimlikli bir Türkiye mücadelesinin senkronizasyonu da bizim için önemlidir. Hakikaten, Avrupa kültürünün merkezisinin aslında Bizans’ı da katarak Anadolu olduğunu söyleyebiliriz. Anadolu coğrafyasındaki değerlerin siyaseten karşılığını yaratacak reformların sağlanması ülkemizin önünü açacaktır, Türkiye’yi demokratikleştirecektir, uluslararası ilişkilerde de örnek bir ülke olarak somut adımlar atabileceğiz.
Teşekkür ediyorum.

Ufuk URAS
İstanbul Milletvekili
20 Aralık 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder