16 Aralık 2010 Perşembe

Ufuk Uras'ın Meclis'te Tübitak Bütçesi Üzerine Yaptığı Konuşma

Sayın Başkan, değerli vekiller,

Ben doğrusu bu dönem, geçen bütçede olduğu gibi yalnız başına olmanın hüznü yerine siyaset arkadaşlarımla birlikte olmanın, birlikte siyaset yapmanın mutluluğu ve onurunu taşıyorum.

Bilim insanları Aralık ayı başında çok önemli bir buluşla ilgili bir açıklama yaptılar. Bir bakterinin arseniği sadece yemekle kalmadığını, bu zehirli elementi doğrudan DNA’sına kattığının altını çizdiler. Bulgular dünyadaki yaşam biçimlerinin çeşitliliği konusunda ne kadar az bilgi sahibi olunduğunu gösterdi. Bu keşif diğer gezegenler ve uydularda da yaşam için nelere bakılması gerektiğini ortaya koydu. Yani evrenin başka bir yerinde yaşamın neleri mümkün kılabileceğinin anlaşılmasına yönelik yeni kapılar açıldı. Artık, evrende yaşam yeni parametrelerle aranacak.

Şu çok açık ki, birçok alanda değişim ve gelişmenin temel uyarıcısı teknolojik gelişmelerdir. İnsanlık bugünkü uygarlık düzeyini büyük ölçüde teknolojik gelişmelere borçludur. Bu gelişmelerin ana kaynağı, buluş ve yeniliklerdir. Buluş ve yeniliklerin temel kaynağı ise araştırma ve geliştirme faaliyetleridir. Araştırma, geliştirme faaliyetlerinin temel anlayışı ise şüphe etmek, sorgulamak, eleştirmek ve yeniyi aramaktır. “Bilmiyorum, o hâlde inanayım.” “Bilmiyorum, o hâlde araştırayım.”

Biliyorsunuz bir ülkede bilim ve teknolojiye verilen önem ve gelişmişlik ölçüsü olarak ARGE harcamalarına ayrılan kaynağın gayrisafi yurt içi hasılası içindeki payı ele alınıyor. ARGE harcamalarının gayrisafi yurt içi hasıla içindeki payı yüzde 2’den fazla olan ülkeler gelişmiş ülke sayılıyorlar. Bilgi, aynı zamanda bir egemenlik aracı ise ki, öyledir, teknolojik yenilenmenin yaklaşık 15-20 kadar gelişmiş ülkenin tekelinde bulunduğunu da unutmamak gerekiyor. Bu ülkeler dünyada ARGE için yapılan harcamaların yaklaşık yüzde 95’ini gerçekleştiriyor. Buna karşın dünya nüfusunun yüzde 70’ini oluşturan gelişmekte olan ülkeler ise toplam ARGE harcamalarının yaklaşık yüzde 5’ini gerçekleştiriyorlar. İşte, eşitsizliğin ve egemenliğin bir başka parametresi de budur. Ülkelerin uluslararası arenada daha güçlü söz sahibi olabilmesi için, teknolojik yatırımların geliştirilmesi gereği reddedilmez bir gerçekliktir. Teknolojinin en temel girdisini oluşturan bilginin temeli ise bilimsel araştırmalar yapmaktır.

Bakın, değerli vekiller, TÜİK’in 2009 yılı ARGE faaliyetleri araştırması sonuçlarına göre, Türkiye’de gayrisafi yurt içi ARGE harcamasının gayrisafi yurt içi hasıla içindeki payı binde 8,5’tir ya da bir başka deyişle yüzde 0,85. Evet, nispi bir artış vardır ama dünya ortalamasına baktığınızda bunun ne kadar yetersiz olduğu çok açıktır. Bugün, bu oran, OECD ülkelerinde ortalama yüzde 2,26’dır, AB ülkelerinde ise yaklaşık yüzde 1,8 olarak gerçekleşiyor. Durum ortadadır, Türkiye ARGE’ye yeterince önem vermemektedir.

Bugünün temel sorusu şudur: Türkiye’yi teknoloji satın alan ülke değil teknoloji üreten ülke hâline getirmeyi hedefliyor muyuz? Gelişmekte olan ülkeler her yıl yüz milyonlarca dolar ödeyerek teknoloji transfer ediyor ve bu yolla sanayileşme ve teknolojinin gelişmesine çaba harcıyor, Türkiye’yi bu durumdan kurtaracak mıyız? Soru budur.

Bunun için iki önemli konu var: Birincisi ARGE’ye ayrılan kaynağı daha da artırmak, ikincisi bu araştırmaların zeminini oluşturan üniversiteleri ve diğer bilimsel kuruluşları bu hedefe uygun hâle getirmek. “Teknolojinin en temel girdisini oluşturan bilginin temelinde bilimsel araştırmalar yatar.” dedik.

Gelişmekte olan ülkelerin teknolojik gelişmede yetkinlik kazanması ve bu yetkinliklerini kendi ARGE’lerine dayandırmaları gerekiyor. Yıllar itibarıyla ARGE kaynaklarının sanayiden üniversiteye kaydığını görüyoruz. Kamu, üzerine düşeni yeterince yapmıyor. Devletin kaynaklarının çok küçük bir kısmı bu alana ayrılıyor. Neden? Şimdi, Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesine bakıyoruz, TÜBİTAK’ın 2 katı. Böyle mi Türkiye’de teknolojik ARGE’ye verilen önemi göstereceğiz?

Türkiye'nin bilim ve teknolojideki yaklaşık kırk yıllık bir geçmişi olmasına rağmen, olumlu gelişmelere karşın, ortaya konulan hedeflerin gerçekleştiğini söylemek mümkün değildir. Türkiye, uluslararası düzeyde rekabet edebilmek için teknoloji üretme olanaklarını geliştirmeli, ARGE faaliyetlerini güçlendirmelidir. Her şeyden önce, gayrisafi yurt içi hasıladan ARGE’ye ayrılan pay, gelişmiş ülke olmanın minimum seviyesi olan yüzde 2’ye derhâl çıkarılmalıdır. Bu bütçe bunu öngörmüyor. Çünkü AKP Hükûmetinin böyle bir gelecek vizyonu söz konusu değildir. O yüzden, Türkiye vakit kaybetmeksizin teknoloji geliştirme ve uygulama konusunda gereken adımları atmalı, daha fazla kaynağı savaşa değil bu alana yönlendirmelidir ama iş bununla da bitmiyor. Dedik ki: Yıllar itibarıyla ARGE kaynaklarının sanayiden üniversitelere doğru kaydığı açıkça görülüyor. Peki, üniversitelerde ne oluyor? 12 Eylül Anayasası’nın başımıza tebelleş ettiği YÖK bu işlevi yerine getirebilecek yetkinlikte bir kurum mudur? Hayır. Üzerine düşeni yapabiliyor mu? Hayır. Yetersiz ve üstelik özerk ve demokratik değildir. Bu yapıyla bu işlevin geliştirilmesi mümkün değildir. Bu YÖK’e daha fazla tahammül edilemez. Öğrencilerimiz haklıdır. 2011’de yapılacak yeni anayasada YÖK kökten ele alınmalı, bu hâliyle ortadan kaldırılmalı ve katılımcı, demokratik ve özerk bir yapı kurulmalıdır. AKP Hükûmeti YÖK sever tavrı ile üniversitenin gelişmesine darbe vuruyor.

Peki, ya üniversitede okuyan öğrenciler, AKP Hükûmeti bu öğrencilerle de uğraşıyor, güvenlik güçleriyle öğrencilerin üzerine gidiyor, huzurlu eğitim ortamını bozuyor. Bu ülke gençliğine, üniversite öğrencilerine geçmişte de çok hoyratça davrandı. Gençliğine bu kadar hoyratça davranan başka bir ülke var mıdır? Dün İstanbul’da, bugün Ankara’da, biraz önce ODTÜ’de coplarla biber gazları ile polis gücüyle üniversite öğrencilerinin üzerine gidilmesini kınıyor ve protesto ediyoruz. Bırakınız üniversitelerde gençler eleştirilerini dile getirsinler, şüphelerini, kaygılarını ifade etsinler. İtaatkâr öğrencilerle akademik bir gelişme sağlayamayacağımızı görelim. Bir ülkenin gençleri heyecanla istedikleri ülkeye ilişkin hayallerini dile getiremezlerse yarın bu insanların yaratıcı olmalarını bekleyemezsiniz. Onları faşistlikle suçlamaktan vazgeçelim. Öğrencilerin sözlerini engellemekten vazgeçelim. Özgür düşüncenin önündeki engelleri hep birlikte kaldıralım. Üniversite öğrencilerini huzursuz etmeyiniz. Yüksekova’da olduğu gibi alnının ortasından vurmaya kalkmayınız. Unutmayınız ki başkalarını korkutmaya çalışanlar bilin ki aslında kendileri korkuyorlardır. Başka bir atasözü var mı böyle, bilmiyorum. “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.” diye âdeta yalan söylemeyi teşvik eder gibi. O öğrencilerimiz köylerinden çıktılar şehirlere, üniversiteye geldiler. Ve Ziya Gökalp’in bir tarihte “Darülfünun emirlerle düzelmez. Onu yapar ancak serbest bir ilim. Bir mesleğe haricinden fer gelmez. Bırakınız ilmî yapsın muallim.” dediği gibi.
Geçen gün, ben de aynı gün Ankara Üniversitesinde Anayasa Konferansındaydım; öğrenciler, hocalar beni çiçeklerle, alkışlarla karşıladılar ve hakikaten özgürleşmeyi üniversitelerden başlatmanın yolu, onlara nasıl baktığımız, oradaki yaratıcı enerjiyi ortaya çıkarıp çıkarmadığımızla ilgili.

Bir gün İsmet İnönü brifing alırken soruyor “Bu Marx, Darwin, Freud hiç doğru bir şey söylememiş mi?” diye, danışmanları diyorlar ki: “Söylemiş ama biraz aşırıya kaçmışlar.” İnönü de diyor ki: “Keşke ben de doğruyu yakalasam da biraz aşırıya kaçsam.” O yüzden, doğruyu yakalamanın yolu, gerçeğe ulaşmanın yolu üniversiteleri özgür bırakmaktan geçiyor, siyasette gençlerin daha fazla yer almasından geçiyor, kadınların daha fazla yer almasından geçiyor. Üniversitelere ve buralara baktığımda, Mecliste bizim BDP Grubunu saymazsak yüzde 30’la onurumuzdur ama Meclis yüzde 9 kadın oranına sahip.

Dönüyorum bürokrasimize bakıyorum, her Allah’ın günü buraya gelen heyetlere bakıyorum; 25 kişi varsa, burada da 2-3 kadın var, yani 22’yi 2’ye vurduğumuzda yüzde 9 kadın oranını bürokrasi de tutturuyor. Olmaz böyle bir şey!

Yani kadınların, gençlerin, emekçilerin daha fazla söz ve yetkiye sahip oldukları bir üniversiteyi el birliğiyle inşa edelim. Unutmayın ki, Bulgaristan’daki kadar kütüphanemiz yok. Bilime karşı, düşünceye karşı, bunun önündeki bütün engellere karşı durmanın yolu demokratik ve özgür bir cumhuriyet inşa etmekte, demokrasiyi kurumsallaştırmakta kararlı tavır almaktan geçiyor. Dün Grubumuzda söylendi; Mustafa Kemal’in Nutku’nu bile sansür etmeye yeltenen bir geleneğe sahibiz. Bu Meclisin tapusu kimsede yok. Ama bilin ki bu Meclisin tapusu bile yok, bu Meclisin ruhsatı bile yok. Önce tapu ve ruhsat işini halledelim, ötesi gerisi arkadan gelir diye düşünüyorum. "

Ufuk URAS
İstanbul Milletvekili
15 Aralık 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder