2 Ocak 2011 Pazar

Ufuk Uras'ın 2011 Bütçe Görüşmelerinde YÖK Üzerine Yaptığı Konuşma

Sayın Başkan, değerli vekiller; 12 Eylül Anayasası’yla sorunu olanların YÖK’le sorunu olmaması mantık zincirinde kopmak anlamına geliyor çünkü Yükseköğretim Kurulu, 12 Eylül 80 askerî darbesinin ardından, üniversiteler üzerinde bir baskı ve denetim aracı olarak kurulmuştur. Gençleri anarşist, terörist, üniversiteleri de terör ve şer yuvası olarak tanımlayan bir zihniyetin aldığı bir önlemdir YÖK. Nasıl 12 Eylül Anayasası’nın ruhuna dokunmadan, onun otoriter ve demokratik olmayan zihniyetiyle hesaplaşmadan demokratik ve özgürlükçü bir anayasa yapılamazsa, YÖK’ün bu temel özelliği de değiştirilmeden özgür ve özerk bir üniversite eğitimi geliştirilemez çünkü bu YÖK, siyasi iktidarların üniversiteler üzerindeki denetimini yirmi dokuz yıl boyunca yeniden üreterek başlangıçtaki işlevini kesintisiz olarak sürdürmüştür, hâlen de sürdürmektedir. YÖK, siyasi iktidarın üniversiteler üzerinde hem kalemi hem de kılıcıdır. AK PARTİ Hükûmetinin YÖK’te ağırlığı elde ettikten, YÖK’ü kendi çöplüğü hâline getirdikten sonra bu kadar YÖK sever olmasının nedeni budur. Evet, YÖK savar değil, YÖK sever bir İktidar var karşımızda. Ama yine kendisi gibi düşünmeyen gençleri, üniversitelileri coplatmaya, gazlatmaya, kendisi gibi düşünmeyenleri dışlamaya ve ötekileştirmeye başlayan bir İktidar var karşımızda.

Hükûmet, tuhaf açıklamaları bıraksa aslında iyi olacak. Yok, “Öğrenciler kendilerini yere atıyormuş. Rol mü yapıyor bu gençler?” diye herkes sorarken, sanki yürürken takılıp yere düşüyorlarmış. Peki, “Yere her düşen gencin başına coplarıyla çuvallanan en az 5 memuru ne yapmak istiyor?” diye kamuoyu vicdanının sorduğunu unutmamalıyız. İyi niyetle yere düşeni kaldırma çabası gibi algılamamalıyız. Böyle bir iyiliksever kamu hizmeti olduğunu varsaymamalıyız.

Hükûmet diyor ki: “YÖK’ü kaldırmayalım, yeniden düzenleyelim.” Peki, neresini ve nasıl düzenleyeceksiniz? Bugün yapılan çok açıktır: Kışla üniversitesi hiyerarşik yapılanması YÖK ile sürdürülürken, piyasaya bağımlı şirket üniversitesi anlayışı da üniversitelerde hızla yayılmaktadır. Bakın üniversitelere: Sivil polis özel güvenlik birimleri, özgür düşüncenin mekânları olması gereken üniversiteleri güvenlik gerekçesiyle kuşatma altına almıştır. Üniversitelerde öğrenme ve öğretme özgürlüklerini güvenlik gerekçesiyle açık veya örtük bir biçimde baskılayan bu tür uygulamalara, işte bu YÖK göz yummakta ve desteklemektedir. Silahların gölgesinde bilim yaptıran anlayış ortadan kalkmadan sorunlar aşılamayacaktır.

Öte yandan, Eğitim-Sen’in bütün raporlarında da görüldüğü gibi, Türkiye’de bugün yapılan düzenlemeler Bologna Süreci’nin ürünüdür. Bu süreç, öğrencinin müşterileştirildiği, yükseköğrenimin kârlı bir sektöre dönüştürülmesi projesidir aynı zamanda. Bologna Süreci’nde tüm ana kararlara küresel sermaye örgütleri katılmaktadır. Sonra da ilgili ülkelerin bakanlar kurulunda bunlar uygulamaya uyumlu hâle getirilmektedir. Bu durum, köklü bir üniversite özerkliği, akademik özgürlük gibi geleneklere sahip olmayan Türkiye üniversitelerinde her türlü demokratik katılımı da ortadan kaldırmak anlamına gelmektedir. Bu Hükûmet YÖK’ü böyle mi değiştirecektir? Bugün, üniversite içinde üretilen hizmetlerin pek çoğu özelleştirilmiştir. Bologna Süreci, mütevelli heyetlerini öngörmektedir. YÖK ve rektörlerde merkezileşen yetkilerin mütevelli heyetleri üzerinden artırılarak sürdürülmesi planlanmaktadır.

Bakın, değerli vekiller, AK PARTİ Hükûmeti, bu yılda, tıpkı geçmiş yıllarda olduğu gibi, eğitim sisteminde yaşanan temel sorunlar üzerinden değil, sadece rakamlar üzerinden hesaplamalar yaparak eğitim ve yükseköğrenim bütçesini şekillendirmiştir. 2011 yılı içinde yükseköğrenime ayrılan pay, aşağı yukarı millî gelirin yüzde 0,95’ine denk gelmektedir. Bu oran, ülkemizde yükseköğrenime ne kadar önem verildiğinin görülmesi açısından önemlidir. Eğitim kademelerine göre öğrenci başına yapılan harcamalarda Türkiye, pek çok konuda olduğu gibi, OECD ülkeleri arasında en son sıralarda yer almaktadır, Türkiye OECD ortalamasının da çok altındadır. Öğrenci başına yapılan eğitim harcamaları miktarının bu kadar düşük olması, ülkemizde devletin kamu eğitimine verdiği önemi de göstermektedir. AK PARTİ Hükûmeti, üniversiteleri birer ticarethane gibi işletmek istediğini geçtiğimiz sekiz yılda atmış olduğu yasal ve fiilî adımlarla pek çok kez göstermiştir. Bu anlamda, 2011 yılı eğitim ve yükseköğrenim bütçesi de bu anlayışın açık bir devamıdır. Bugün, artık üniversitelerde araştırma faaliyetleri özel ticari proje anlayışıyla fiyatlandırılarak üretilmeye başlanmıştır çünkü üniversitelere kamu bütçesinden ayrılan fonlar yetersizdir. Bu kapsamda, üniversiteler, bir yandan ikinci bir öğretim ve yaz okulları gibi süreklilik taşıyan gelir yaratma yollarına hızla başvurmaya zorlanırken bir yandan da farklı kanallarla kaynak çeşitlemesine gitmektedir. Bu durum, bilimsel çalışmalar açısından vahim bir yöne doğru evrilme demektir. Çeşitlenen gelir kaynakları sürekli eğitim, uzaktan eğitim, yaz eğitimi, gece eğitimi, yaşam boyu eğitim merkezleri ve teknoparklar gibi piyasa benzeri yapılar yoluyla artırılmak istenmektedir. Son dönem öğretmen eğitimi paralı sertifika programlarıyla üniversite içinde pazarlanmaya başlamıştır. Ayrıca, üniversitelerde yemek, ulaşım, barınma, temizlik, spor gibi pek çok kolektif hizmet belli anlaşmalarla taşerona devredilmektedir. Böylece, üniversitelerde her şeyin değişim değeri üzerinden alınıp satılır hâle getirilmesi yönünde faaliyetler hızlanmıştır. İşte, öğrencileri isyana sürükleyen gelişme budur hem de sadece Türkiye’de değil, İngiltere’de, Fransa’da, dünyanın birçok ülkesinde sorun bu ticarileşmedir. Devlet bütçesinden yeterince kaynak ayrılmayan üniversitelerimiz, son yıllarda bilimsel üretimi tehdit eden kendi kaynağını yaratma arayışlarına itilmiştir. Peki, nereye kadar? Bu böyle giderse üniversitelerin yükseköğrenim kurumları olmaktan uzaklaşması ve piyasada faaliyet yürüten şirketlerden farkları kalmaması kaçınılmazdır. Şimdi, siz öğrenci olsanız bu durumu alkışlar mısınız? Sıkıntılarını anlatmak isteyen de hangi muameleyle karşılaşıyor bellidir, ortadadır. “Ver gazı, ver gazı”ndan başka politika anlamlı değildir. Bu, coşku gazı değil, biber gazıdır.

Üniversitelerde akademik kadroların dağıtımında keyfî ve ayrımcılık içeren uygulamaların da giderek yaygınlaştığını görüyoruz. Kadroların sağlanmasında her türden ayrımcılığı engelleyen, liyakate dayalı sistemler geliştirilmemekte, farklı özellikler ve zihniyet yakınlığıyla ön plana çıkarmaktadır.

Bakın, değerli vekiller, akademik özgürlükler bakımından iş güvencesi son derece önemlidir. İş güvencesinin akademik özgürlüklerin önemli bir koşulu olduğu ve tüm statüleri kapsaması gerektiği gerçeği asla göz ardı edilmemelidir ama bu Hükûmetin de onun YÖK’ünün de artık böyle planları yoktur. Yükseköğrenim kurumlarında genel idari hizmetler, yardımcı hizmetler ve teknik hizmetler gibi kadrolarda çalışan personelin özlük hakları konusunda sorunlar yaşanmaktadır. Gerçekleştirilen uygulamalar ve önümüzdeki dönem için yapılan hazırlıklar dikkate alındığında akademik olmayan personelin daha yoğun hak kaybı yaşayacağı görülmektedir. Bunları ele almayan YÖK’ü nasıl değiştireceksiniz?

Çalışanın da öğrencinin de söz ve karar sahibi olması gerekmektedir. Üniversite idari personelinin, üniversite yönetim kurullarında temsilinin sağlanması demokratik bir üniversitenin oluşmasına katkı sağlayacaktır. YÖK tartışılırken bunları konuşmadan olmaz.

Bugün, üniversite özerkliği ve akademik özgürlükler kavramının içi iyice boşalmıştır, YÖK bunu da başarmıştır. Zaten, başarsın diye kurulmuştur. Bugün üniversite özerkliğinin içeriği yönetişim anlayışıyla doldurulmuştur. Üniversitede, gerçeği arama ve ifade özgürlüğü yok edilmek istenmektedir. Üniversite yönetimleri, üniversite bileşenlerinin farklı düşüncelerine ve kendilerini ifade etme biçimlerine tahammül edememektedirler. Düşüncelerini özgürce ifade etmek, diğerlerine kendilerini anlatmak isteyen tüm üniversite bileşenleri üzerinde baskılar sürmektedir. Türkiye üniversiteleri, yaşadıkları kültür bakımından çok kültürlü ve çok dilli Anadolu coğrafyasının renklerini de yansıtmamaktadır. Temel insan haklarının biri olan ana dilde eğitim, üniversitelerde özgür bir biçimde tartışılmamaktadır. Bırakın uygulamayı, tartışılması bile baskı altına alınmaktadır.

Sorunlar saymakla bitmiyor ama şu açık ki bugün YÖK demek, otoriter, baskıcı anlayışın devamı demektir. Bir de buna üniversitelerin ticarileşmesi eklenmiştir. İşte bu nedenle, YÖK’le olmaz, YÖK kaldırılmalıdır. Üniversitelerarası Kurul tüm eş güdüm işlevini yerine getirecek yeni bir örgütlenme gerçekleştirmelidir. Tüm kurul ve organlarının, üniversite bileşenlerinin, yeni üniversitede okuyanların ve çalışanların demokratik katılımıyla oluşturulması hedeflenmelidir. Bilimsel, özgür, demokratik üniversite yaratmanın biricik yolu budur, YÖK değildir. O yüzden, Marx’ın bir ifadesi “Katı olan her şeyin buharlaştığı bir dünyadayız.” şeklindeydi. Buharlaştığını fark etmeyenlerin dikkatine sunulur.

Teşekkür ediyorum

Ufuk URAS
İstanbul Milletvekili
23 Aralık 2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder