2 Aralık 2010 Perşembe

Meclis Konuşması: Bir Kere Olsun Uluslararası Tarım Tekellerini Şaşırtalım!

TBMM Genel Kurulunda Biyogüvenlik Kanunu Tasarısı Üzerinde 
BDP Grubu Adına Ufuk Uras'ın Yaptığı Konuşma

 17 Mart 2010

Sayın Başkan, değerli vekiller;

Sözlerime başlamadan önce ben de bir kere daha Elâzığ'da depremde kaybettiğimiz yurttaşlarımızın yakınlarına başsağlığı diliyorum, yaralılarımıza acil şifalar diliyorum.

Bu hafta sonu gerçekleşecek olan Nevruz Bayramı'nın bütün yurttaşlarımıza, bütün dünya haklarına barış, mutluluk ve esenlikler getirmesini temenni ediyorum.

Kerpiç sadece evlerimize ilişkin bir şey değil, siyaset de kerpiçten gibi gözüküyor. O yüzden, yine bugünlerde siyaset hayatımıza katılan Eşitlik ve Demokrasi Partisine de siyasi hayatlarında başarılar diliyorum. Genel Başkanları Ziya Halis başta olmak üzere bütün parti çalışanlarına başarılı bir siyasi yaşam temenni ediyorum.

Sevgili arkadaşlar, genetiği değiştirilmiş gıdalar kadar genetiği değiştirilmiş siyasetçilerin yaptığı tahribatın toplumumuzda çok büyük bir faturayla bizi karşılaştırdığını biliyoruz. Bir bakıyoruz bu haftaya, daha 20'inci yüzyılda yaşadığımız trajediler ortadayken, bir dizi partimiz, aynı anda, 21'inci yüzyılda bile ikinci bir tehcir politikasını savunabiliyor ve yaşadığımız sorunları çözüm olarak görebiliyor. Nasıl biz siyasi çeşitlilikten yanaysak biyolojik çeşitlilikten de yana olmamız gerekir ve buradan konuya gireyim.

Bir partimizin -adını vermeyeyim partinin- seçim döneminde üyelerine verdiği el kitapçığında şunu yazıyor: "Tartışmalı konulara girmeyiniz." Şimdi, konu tartışmalı olunca girmediğinizde zaten siyaset devre dışı kalıyor. Bir başka partimiz adaylarına diyor ki televizyona çıkarken: "Gelen soru size yabancı gelirse 'Bunu geniş açıdan ele almak lazım.' deyip başka bir konuya geçin." Şimdi, konunun geneli üzerinde konuşmak o yüzden çok büyük bir esneklik taşıyor ama konunun kendisi çok önemli. Mustafa Kemal "Köylü milletin efendisidir." demişti, bugün baktığımızda uluslararası tarım tekellerinin milletin efendisi olduğunu görüyoruz ama bu, bu durumla, bugünle de sınırlı bir şey değil. Kemal Derviş modeli baki, partiler değişiyor. Bütün gelen partiler aslında Kemal Derviş politikasını uyguluyor ama muhalefete gelince eleştirmeye başlıyorlar. O yüzden siyasetimiz de kerpiçten, o yüzden eşitlik ve özgürlükten yana bir alternatif oluşturmamız gerekiyor.

Para kullanılmadan önce, biliyorsunuz, tuz, değişim aracıydı, "tuzu kuru olan" lafı oradan geliyor. Bir tarafta tuzu kuru olanlar, bir tarafta işi yaş olanlar hayatı şekillendirmeye çalışıyorlar. Hani hep küçükten beri denir "Etliye sütlüye karışmayın." diye. Etliye sütlüye karışmadığımız zaman hem et kokuyor hem süt bozuluyor, etliye sütlüye karışmayan bir siyaset, siyaset olmaktan çıkıyor. Yanlış yoldaysak koşmanın da bir yararı olmuyor. Biz inanıyoruz ki temel kararların uluslararası sermayenin kâr beklentilerine göre değil, toplumsal ihtiyaçlara göre şekillendirilmesi esastır. Bu yüzden rotasız bir gemiye de hiçbir rüzgârın faydasının olmadığını görüyoruz.

"Son yüzyılın en büyük buluşu nedir?" derseniz değişik yanıtlar verilebilir ama bence uzaktan kumanda aletidir. Uzaktan kumanda aleti hayatımızı kolaylaştırmıştır ama siyasette uzaktan kumanda iyi değildir. Uzaktan kumandalı siyasete karşı tutum almamız gerekiyor.

Hayatımızın bir tek gerçeği var, o da sosyal Darvinizm, yani uygun olanların ayakta kalması. Bunu kim savunuyor? Zaten ayakta kalanlar "En uygun da zaten budur." diyorlar. Bütün ovalarımızın, altı büyük ovamızın tarım dışı amaçlara kullanılmaya açılmasının tesadüfi olduğu düşünülebilir mi?

Einstein "Bir sorunun çözümü, sorunun doğru tarif edilmesinden geçer." diyor. Sorunu doğru tarif edersek bütün bu yasa tasarılarıyla ilgili doğru bir hatta durabiliriz. O da nedir? Ekonomi, siyaset, her alanda katılımcılığı savunmak. Yanlış karşısındaki suskunluk, çoğu zaman yanlışın suskunluğun gölgesinde sürüp gitmesini devam ettiriyor. O yüzden, susup kalmamalıyız. Bertolh Brecht "Galileo" adlı çalışmasında "Hiçbir şeyi bilmeyen cahildir ama bilip de susan ahlaksızdır." diyor. O yüzden, bilip de susanların sesini çıkarması gerekiyor, dünyada bu konuda farklı yaklaşımlar var mı, buna bakmak, biraz merak etmek gerekiyor. Bizde meraklı olmanın iyi olmadığını biliyoruz. Hepimiz Pirî Reis'i çok severiz, haritalar çıkarmıştır, meraklı insandır ama bilmeyiz ki daha sonra, Kanuni onun kafasını kestirmiştir. Yani meraklı olmak iyi değildir. Bizim ülkemizde de bu konuda çok farklı yaklaşımlar olmasına karşın, aslında karşıtlar eleştirilmesine rağmen, hâkim zihniyetin çok ideolojik olduğunu bilmek gerek. Biraz önce, CHP'li Vekil Arkadaşımız çok haklı olarak desteklerden bahsetti. AB fonlarına baktığınızda, AB içinde tarıma yönelik destekler ortada ama bu konu o kadar ideolojik ki sermayeye destek verdiğinizde mesela adı "teşvik" oluyor, üreticiye destek verdiğinizde adı "sübvansiyon" oluyor yani kötü oluyor. Aynı şey ama üreticiye mi gidiyor, tuzu kuru olanlara mı gidiyor meselesinde farklı yaklaşımlarla karşı karşıya kalıyoruz.

Kamuoyunda bu genetiği değiştirilmiş organizmalara ilişkin oluşan, güçlenen tedirginliğin ve bu tedirginliğin her geçen gün daha da artmasına neden olan hukuki belirsizlik durumunun sonlandırılması adına, işte bu biyogüvenlik yasasının ne denli büyük önem taşıdığını ve… Bütün kamuoyu merakla bizi izliyor, buradaki katılımın tenhalığına rağmen. Bu nedenle, halkın genetiği

değiştirilmiş organizmalar konusunda bilgilendirilmesi kadar, biyogüvenlik yasasında bu ürünlerin tehlike ve risklerine karşı etkin koruma araçlarının oluşturulması ve bu araçların hayata geçirilmesini sağlayacak idari ve teknik altyapının sağlamlaştırılmasının da gerek bu ürünlerin Türkiye üreticisi ve tüketicisi üzerinde yarattığı tehlikelere karşı direnme gücünün artırılması ve gerekse yasanın amacı olan koruma işlevinin oluşturulması açısından da son derece büyük bir önemi olduğunu biliyoruz ancak bu denli önemli ve diğer yandan da kamuoyunun merakının yüksek olduğu bir konuda, biyogüvenlik yasa taslağının halkın görüş ve bilgisine açık bir tartışma sürecinden geçmemesi ve ilgili üretici ve tüketici örgütlerinin, ekoloji ve çevre örgütlerinin bu taslak hakkındaki görüşlerini sunabilecekleri katılım araçlarını oluşturmadan yasanın Meclis gündemine gelmiş olması hakikaten son derece üzüntü vericidir.

Henüz bilim dünyasının -bilimsel belirsizliğin egemen olduğu bir konu olarak- genetiği değiştirilmiş organizmaların yaratacağı tehlikelerin neler olduğunu kestiremediğini biliyoruz. Bu ürünlerin riskli olduğu ise gerek yapılan bilimsel açıklamalarla gerekse de Türkiye'nin taraf olduğu sözleşmelerle ve henüz bir biyogüvenlik yasası olmadan yürürlüğe giren Gıda ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol ve Denetimine Dair Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik hükümleri ile artık resmî kanallar açısından da kesinleştiğini biliyoruz. Bu nedenle, Türkiye'de "ihtiyat" ilkesi gereği risk değerlendirmesi ve planlanmasının hayata geçmesini sağlayacak tedbirlerin alınması ve güvenlik altyapısının hem Birleşmiş Milletler Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi'nin eki niteliğindeki Biyogüvenlik Protokolü'nün 2004 yılında yürürlüğe sokulması nedeniyle hem de Anayasa'nın 56'ncı maddesinde düzenlenen sağlıklı ve dengeli bir yaşama hakkı kapsamında oluşturulması gerekiyor. Bu amaç doğrultusunda görüşmeye açılan biyogüvenlik yasası temel olarak üç noktada değerlendirilebilir: Bunlardan ilki, gıda güvenliğinin sağlanmasıdır. Biyogüvenlik yasası, GDO'lu ürünlerin ithalatının önünü açıyor, bu şekilde hem insan sağlığı hem de biyolojik çeşitlilik büyük bir riske maruz bırakılıyor. GDO'ların, hayvan yemi ve diğer ürünler için de kullanılmaya devam etmesi ve Türkiye üreticisinin ve tüketicisinin bu ürünlerin yarattığı belirlenemeyen risklere maruz kalması gıda egemenliğimizi korumanın olanağını ortadan kaldırabiliyor. İkincisi, katılım araçlarının sağlanması, biraz önce belirttiğim gibi. Bu ürünler hakkında alınacak kararların şeffaf, açık ve katılımcı bir yönetim anlayışıyla halkın bilgilendirilmesi ve kararlara katılımını sağlayacak araçlardan mahrum bırakılmaması gerekiyor. Buna karşın biyogüvenlik yasası, GDO'ların ülkeye girişiyle ilgili izinleri Tarım ve Köyişleri Bakanlığına bağlı biyogüvenlik kuruluna bırakıyor. biyogüvenlik kurulunda yer alacak bürokrat ve uzmanların nesnel ve kamu yararına uygun kararlar almasını sağlayacak kriterlerin belirlenmesi ve alınan kararların kamuoyu tarafından denetlenebilmesi için, bu kurulda, ekoloji, tüketici ve üretici örgütlerinin temsilcilerinin yer alması gerekli oluyor.

Diğer yandan, biyogüvenlik kurulunun aldığı kararların açıklanmayacağı da bu yasa tarafından düzenleniyor. Oysaki kurul kararlarının hukuka, tarımdaki ekonomik ve sosyal gerekliliklere, ekolojik geleceğe etkilerinin değerlendirilebilmesi için bu kararların kamuoyuyla paylaşılması gerekiyor. Bu nedenle, kurul kararlarının tamamının demokratik bir biçimde toplumla paylaşılması gerekiyor. Hani, açılım yapacaksak açılımları bu zeminde de sürdürmekte fayda görülüyor.

Üçüncü nokta ise belki de en önemli ve de taslak metinde en çok dikkati çeken husus olarak "ispat yükü" konusu gündemde. Biyogüvenlik yasası, GDO'lu ürünlerden doğan zararın ispatını tüketici ve üretici üzerine bırakıyor. Oysaki bu ürünlerin kapalı kullanım koşullarından doğacak zararlar ile transit ve nakil sırasında kontrolsüz salımından kaynaklanacak sorunların bedelinin çok ağır olacağını biliyoruz. Bu ürünlerin kapalı alan kullanımı, nakli ve transit geçişini isteyen şirketler, bu ürünlerin zarar vermeyeceğini ispat ederek bu ürünlerle ilgili muamele yapabilirler. Biraz önce belirtilen yine, Cartagena Protokolü'ne ve Biyoçeşitlilik Sözleşmesi'ne taraf olan ülkemizin, çağdaş hukuk devletinin kabul ettiği temel çevre hukuku ilkelerinden biri olarak ihtiyat ilkesini hayata geçirmek ve yerli üretici ve tüketicisini korumak üzere, bu ilkenin ispat yükünün tersine çevrilmesi olarak bilinen bu aracını yasa ile kabul etmesi gerekiyor. Ancak, taslakta bu hukukun göz ardı edildiği yine bir kere daha görülüyor. Buna göre, bugün Türkiye'nin biyoçeşitliliğini koruyacak, gıda güvenliğini, tarımsal geleceğini sağlayacak ve sağlıklı nesillerin gelişmesi inancını yeşertecek bir Biyogüvenlik Yasası'nın, gıda egemenliği ekseninde, toplumun ve tarımın kamusal politikalarla desteklenmesini talep edenlerin, fosil yakıtlardan vazgeçilmesini isteyenlerin, kentlerin kapitalist dönüşümüne karşı yeni bir sürece hazırlanması gerektiğine inananların ve yaşamına sahip çıkanların yanında bir tutum sergilenebilmesi için, GDO ticaretini güvence altına alan tanımlardan vazgeçmesi ve insan, bitki, hayvan sağlığı, genetik çeşitlilik, biyolojik güvenlik temelinde yasanın tanımlarının yeniden yazılması gerekli. Ben muhalefetin çok anlamlı eleştirileri doğrultusunda Hükûmetin bunları dikkate alacağına inanmak istiyorum.

Başta GDO'ya Hayır Platformu olmak üzere örgütlü muhalefetin 2004 senesinden beri çıkarılmasını istediği bu Biyogüvenlik Yasası'nın halk sağlığını ve çevreyi korumaktan uzak olduğunu yaşama, deneme yanılma yöntemiyle görmememiz gerekiyor, önceden bu tedbirleri almamız gerekiyor.

Bir uçağı yıllar önce bir tedhişçi kaçırdığı zaman çok büyük pazarlıklar oluyor, sonunda güvenlikle o uçak yere iniyor. Bir gazeteci bir süre sonra fark ediyor ki o uçağın kaçırılması esnasında bulunan çiftler bir süre sonra ayrılmışlar. "Niye ayrılmışlar?" diye araştırdığında görüyor ki normal zamanlarda görmedikleri tepkileri, bir tedhişçi uçağı kaçırdığında o tedhişçiyle yaptığı pazarlık, yaltaklanmalar vesaire karşısında eşlerinin bugüne kadar hiç görmedikleri manzaralarıyla karşılaşmaları ciddi ayrılmalara neden olmuş. Demek ki bir uçağın kaçırılmasına gerek kalmadan, günlük yaşamımızda da -normal zamanlarda değil- riskli durumlarda, kriz zamanlarında insanlar nasıl davranıyor, insanların farklı davranışlarını nasıl algılayacağız meselesi önemli. Bu konu da böyle bir konu. Hakikaten, eğer bu konu üzerine hayatımız şekillenecekse…

Demokrasi sadece bu kuşaklara ilişkin bir vakıa değil gelecek kuşakların hayatıyla da ilgili kararlar alıyoruz ve bizler aslında normal zamanlarda nasıl davrandığımızla değil olağanüstü durumlarda, olağanüstü gelişmelerde nasıl davrandığımızla bir samimiyet testinden geçiyoruz. O yüzden, ben bir kere daha bütün bu yasanın değerlendirilmesi esnasında gelecek kuşaklara ilişkin yükümlülüğümüzü unutmamamız gerektiğini düşünüyorum. Egemenliğin kaynağının halk olmasıyla halkın kendi kendini yönetmesi ilkesi birbirini tamamlıyorsa yani biz Kenan Evrenler gibi düşünmüyorsak "Egemenliğin kaynağı millettir ama halkın da sahipleri vardır." diye düşünmüyorsak yani uluslararası tarım tekellerinden, tatlandırıcı tekellerine değin halkın geleceğinin şekillendirilmesinde uluslararası çıkar çevrelerinin değil kamu yararını esas alıyorsak, siyasetin de esası kamu yararından yana olmayı gerektiriyorsa bütün bu yasa teklifleri, tasarıları bizi bir samimiyet testinden geçiriyor. O yüzden Meclis açılırken Çanakkale Zaferi'nin yıl dönümünden bahsederken yani "Uluslararası tekellerin bir dediği iki yapılmayacaksa biz Çanakkale'de bu kadar insanımızı niye zayi ettik?" diye emperyalizmin güçleri muhtemelen düşünüyorlardır yani "Topla tüfekle değil, doğrudan kendi politikalarımızla egemen oluyorsak biz niye bu kadar can yaktık?" diye. Çünkü uluslararası kuruluşlara sorduklarında "Sizin en büyük gücünüz nedir?" diye "Bizim en büyük gücümüz bizim gibi düşünen aydınlar ve siyasetçiler."

Hani, Woody Allen Tanrı öyküsünde der: "Hep özgür olduğunuzu zannedersiniz ama hep başkalarının beklediği gibi davranırsınız." Neden acaba hep başkalarının beklediği gibi davranıyorum? Neden bir kere olsun uluslararası tarım tekellerini, güç tekellerini şaşırtacak bir hareket içine girmiyorum sorusunu kendimize sormamız gerek.

Kemal Derviş'in bedeni başka tarafta ama ruhu burada. İktidarıyla muhalefetiyle, CHP destekli Anasol-D iktidarından AKP İktidarına kadar bu neoliberal hegemonyayı bir türlü ters düz edemiyoruz, bir türlü önceliklerimizi değiştiremiyoruz. Bunun en temel nedeni, başta üreticilerimiz olmak üzere emeğiyle geçinen yurttaşlarımızın siyaset dışı kalmasıdır. Doğrudan emeğiyle geçinen yurttaşlarımızın, üreticilerimizin siyaset dışı kalmasının nedeni, yine bu Meclisin ittifakla belirlediği yüzde 10 barajı, Siyasi Partiler Yasası, Seçim Yasası ve diğerleridir. O yüzden ekmekle demokrasi arasındaki mücadele, ilişki iç içedir. Demokrasinin kanallarını açacağız ki daha çok çiftçimiz, daha çok üreticimiz siyasete dâhil olsunlar ve farklı bir Türkiye, farklı bir tarım olacağını kestirebilsinler.

Biz, 2010 yılında, toplumsal muhalefet örgütleriyle, İstanbul'da İstanbul Avrupa Sosyal Forumu'nu şekillendireceğiz. "Başka bir Avrupa mümkün." diyenler ile "Başka bir Türkiye mümkün." diyenler, Türkiye'nin tarım politikasını, dünyada iflas eden, küresel krizle beraber iflas eden neoliberal hegemonyaya secde edenleri ama buna karşı alternatif arayışlarının barajlarla, Siyasi Partiler Yasası ve 12 Eylül rejimi Anayasa'sıyla engellenenlerin aslında güç birliğinin çok önemli olduğunu göreceğiz.

Alice Harikalar Ülkesi, çocukluğumuzda okuduğumuz bir kitaptı. Aynadan geçtikten sonra Alice yanındaki tavşana sordu: "Şimdi nereye gidiyoruz?" Tavşan da ona dedi ki: "Bu, nereye gitmek istediğine bağlı." Eğer biz nereye gitmek istediğimiz konusunda halkın iradesini esas alarak, toplumsal muhalefet örgütlerinin iradesini esas alarak tutum alırsak bu yasalar da büyük ölçüde bu doğrultuda şekillenir. Aksi takdirde, halkın iradesi ile var olan yasalar çeliştiği zaman bunu çözecek merci de seçimlerdir. Haliyle 2011 seçimlerinde yurttaşlar, uluslararası tarım tekelleri mi esas alınmış, çiftçimiz mi esas alınmış, uluslararası tarım tatlandırıcı lobisi mi esas alınmış, yurttaşımız mı esas alınmış, bunu değerlendirecektir. Bize düşen görev de siyasette alternatifsiz bırakmamaktır yurttaşları. AKP'ye karşı alternatifin daha çok demokrasi, daha çok özgürlük eksenini savunan, eşitlikçi, özgürlükçü bir siyaset seçeneğiyle şekilleneceğine inanıyorum ve bu yasanın bu doğrultuda şekillenmesinin yurttaşlarımıza soluk aldıracağını düşünüyorum.

Barış ve Demokrasi Partisi adına hepinize saygılarımı sunuyorum.

Ufuk URAS
İstanbul Milletvekili

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder