2 Aralık 2010 Perşembe

Meclis Konuşması: AKP ve CHP siyasi barajlar kralı olarak kalmaktan çok memnun!

Sayın Başkan, değerli vekiller;

Görüyorum ki herkes demokratik bir anayasayı içtenlikle istiyor. Peki o zaman biz bu demokratik anayasayı niye gerçekleştiremiyoruz, Marslılar, uzaylılar mı engelliyor? Burada tuhaf bir durum var.

İlgili maddeye bakacak olursak, anayasa yargısı aslında hukuk devleti ve demokratik çoğulculuğun en önemli güvencesini oluşturuyor. Çünkü anayasaya uygunluk denetimi, bir devletin temel normu niteliği taşıyan anayasaya uygun davranılmasının da en güçlü teminatı oluyor. Ancak 1982 Anayasası, Anayasa Mahkemesini bir vesayet organına dönüştürmüştür. Anayasa Mahkemesinin anayasal yetkilerini aşarak hukuk literatürüne geçecek meşhur 367 kararı vermesine yol açması kolay kolay unutulabilir mi?


Anayasa yargısını kabul edilen demokratik örnekler incelendiğinde Anayasa Mahkemesine üye seçme yetkisinin tümüyle veya büyük ölçüde parlamentolara tanındığı, böylece bir tür negatif yasama fonksiyonu icra eden bu organın demokratik bir meşruiyete sahip kılındığı görülmektedir. Anayasa Mahkemesinin tüm üyelerini seçme yetkisini çeşitli kuruluşların gösterecekleri adaylar arasından Cumhurbaşkanına tanınmasıyla Türkiye'nin Anayasa Mahkemesi demokratik meşruiyetten yoksun olan yegâne örnektir. Bu ise yüksek mahkemenin verdiği çeşitli kararlarda hukuka uygunluğun ötesine geçmesine, kimi kararlarında ise anayasal yetkilerini açıkça aşarak jüristokratik bir tutum izlemesinde en önemli faktörlerden birisidir.

Anayasa Mahkemesi tarafından verilen kapatma kararlarının -Refah Partisi hariç olmak üzere- Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne aykırı bulunması ve bu kararlar nedeniyle Türkiye'nin tazminata mahkûm edilmesi ibret vericidir. DTP'ye Aysel Tuğluk'a ve Ahmet Türk'e atılan hukuki yumruğun da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde boşa çıkarılacağına hiçbir şüphemiz yoktur.

1982 Anayasası demokrasinin asli unsuru olan kurum ve mekanizmaları büyük ölçüde kendine özgü bir modele dönüştürmektedir. Bu vahim tablonun kısmi Anayasa değişikliğiyle ortadan kalkması yeterli gözükmemektedir. Bu yapı ancak demokratik ve özgürlükçü bir zihniyetle yeni baştan hazırlanan bir anayasayla tasfiye edilebilir. Ne var ki, Türkiye'de demokrasinin asgari standartlarına uygun bir sistemin yaratılması sadece yeni bir anayasanın hazırlanmasıyla gerçekleşemeyecek kadar güç görünen bir hedeftir.

82 Anayasası'nın anormal olanı normalmişçesine takdim etmesi, bu anormalliklerin devlet elitleri tarafından normal olarak algılanması ve genç kuşaklara bu şekilde aktarılması Türkiye için tasfiyesi çok daha zor olan bir zihinsel enkaz yaratmıştır. Şimdi biz bu enkazla uğraşıyoruz. Mesela Meclisteki tartışmalara baktığımda çok tuhaf gördüğüm mantık hatalarını sizlerle paylaşmak isterim. En görünen yaygın yanlış -çoğu vekillerimiz ısrarla bunu tekrar ediyor- aslında Anayasa değişikliğine ihtiyaç ve talep olunmadığı, esas sorunun yoksulluk, işsizlik olduğunu söyleyen yaklaşımdır. Bu yaklaşımda ciddi bir yöntem hatası vardır. Hem "Anayasa değişikliğine gerek yok." deyip hem de "Aslında gerçek bir Anayasa değişikliğini biz de istiyoruz." demekte bir tuhaflık hissetmiyor musunuz?

Siyasi haklar ve sosyal haklar asla birbirine ikame edilemez, asla birbirine tokuşturulamaz. Ekonomik hakların gerçekleşmesi, siyasi hak ve özgürlüklerin önünün açılmasıyla mümkündür. Bu tezi çok sol tez zannedenler bilmelidir ki bu Kenan Evren'in argümanıdır. Kenan Evren, darbeden sonra "Kişi başına gelir bilmem kaç bin dolar olmadıkça Türkiye'de demokrasi olmaz." derken tam da bu argümana dayanmaktadır. Tam tersine, ekonomik refah ve büyümenin demokrasiyle olduğunu biliyoruz.

İkinci tuhaflık, karnı tok olanın kimlik sorunu olmayacağı gibi mide merkezli açıklamalardır. Bunlar da doğru değildir. İspanya, Kanada, Belçika, hangi ülkeye bakarsanız bakın bu örnekleri yanlışlamak mümkündür, üstelik aşağılatıcı bir şeydir. Yani karnı tok ve pek olanın kimlik talebinde bulunmayacağı tezi, kabul edilebilir bir yaklaşım olarak görülemez.

Bir başka tuhaf yaklaşım, demokratikleşme taleplerinin PKK talepleri olarak değerlendirilmesidir. Tersten bakacak olursak, PKK'nın demokratikleşmeden yana talepleri, pozisyonu olduğu ifadesi, tezi fiilen PKK propagandası yapmaktır. Hani ben sizi uyarıyım ileride propaganda, yardım ve yataklıktan dolayı hakkınızda davalar açılmasın, söylemedi demeyin.

Şimdi, bütün bunlara baktığımızda, yine bir vekilimiz geçen maddede, demokrasinin evrensel ilkelerine uygun değişiklikler yapmasına itiraz ederken "Bu olmaz çünkü Batı kaypaktır." dedi. Yani şimdi, Batı'ya kaypak dediğinizde, yani Batı devletlerinin uygulamalarıyla evrensel hukukun ilkelerini hokus pokusla birbirine değiştirdiğinizde, Batı kaypak olduğunda, iktidar partisine göre de Şark kurnaz olduğunda, şimdi kurnazlıkla kaypaklık arasında sıkışmış kalmış duruyoruz. Buna da evrensel hukukun yerine partiküler hukuku koyduğunuz zaman 12 Eylül rejimini değiştirmeniz mümkün değildir. Yani demek istiyorum ki görüş farklılıkları olabilir ama asla dar görüşlülük olmamalıdır. Küçük hesaplardan büyük umutların çıkmayacağını bilmek durumundayız. Hele politika asla mazeret bulma sanatı değildir, 12 Eylül hukukuna ve rejimine mazeret bulma sanatı hiç değildir. Görünen o ki herkes omlet yemek istiyor ama kimse yumurtayı kırmak istemiyor. Bu 12 Eylül rejiminin yumurtasını kırmak ve dönüştürmek durumundayız. O yüzden barajlar dâhil olmak üzere bir dizi meselede verilecek politik jestler bugün yaşadığınız benzeri sıkıntılardan sizi kurtarabilir.

Mevlânâ ne diyordu Mesnevi'de? "En büyük put nefsimdir." diyordu. Şimdi Yüce Divan ve Mahkemeyi bir yana bırakalım, ilahî mahkemede "Başkalarının oyuna niye göz diktin ya kulum?" diye Yaradan size sorduğunda "Nefsi emmâreme hâkim olamadım." mı diyeceksiniz? Adil olmanın özü herkese hakkını vermekten geçiyor.

Bir zamanlar, Süleyman Demirel, biliyorsunuz kendisini "barajlar kralı" olarak takdim etmişti. Şimdi AKP ve CHP de siyasi barajlar kralı olarak kalmaktan çok memnun gözüküyorlar. Bu yeni bir olay da değil. 65 seçiminde hepimizin onuru olan Türkiye İşçi Partisi milletvekilleri Arenler, Aybarlar, Boranlar gerçek solculuğun nasıl olduğunu gösterdiklerinde, o zaman da CHP ve AP kendi aralarından anlaşarak seçim sistemini değiştirmişlerdi.

Bugün sorun, devlet hukuka, demokrasiye, halkın iradesine tabi olacak mıdır, olmayacak mıdır sorunudur. Yani bırakınız siyaseti, ahlaklı olmak, sana yapılmasını istemediğin bir şeyi başkalarına yapma anlayışından geçmiyor mu? Siyasette rakibinizin kuyusunu kazmaya çalıştığınızda siz de aşağılara inmek zorunda kalıyorsunuz. Bu zihniyeti, bu "enkaz" dediğim zihniyeti hızla terk etmemiz gerekiyor. Kendini değiştirme araçlarından yoksun olan bir sistemin kendini koruma araçlarından da yoksun olduğunu anlamak ve görebilmek için daha ne kadar fatura ödememiz gerekiyor?

Taşlaşmış zihniyetlerden özgürlükçü düşüncelerin serpilmesinin kolay olmadığını biliyoruz. Dondurulmuş yiyecekler nasıl tatsız tuzsuz oluyorsa doldurulmuş zihniyetlerden de fayda çıkmadığını biliyoruz. "Ortodoksi" dediğimiz sözcüğün Yunanca kökeni tek doğrunun, tek gerçekliğin olduğu varsayımıdır. Her türlü siyasi taassup da temelinde buna dayanır. Önümüzdeki en büyük problemin bu siyasi taassuba karşı mücadele olduğunu görmemiz gerek.

Heine bir şiirinde demişti ki:

"Enderdi anladığınız beni

Ve enderdi sizi anladığım.

Ama ne zamanki bulandık pisliğe,

Pek iyi anladık birbirimizi."

12 Eylül rejiminin faturasını ödeyenler hâlâ buradaki sorunları, handikapları anlamıyorlarsa yapacak bir şey yok.

Abdülhamit'e atfedilir, doğru mu bilmiyorum ama "Demokrasi aslında iyidir ama, halk hazır değildi." diyordu.

Bir türlü halkın hazır olup olmadığına karar verme ehliyeti ve yetkisini kendinde gören siyasi elitler, anayasal değişikliğin önünde en önemli engeli oluşturuyorlar.

Şimdi, bizler Anayasa değişikliğinden yanayız diye, bize de "çantada keklik" diye bakmamakta fayda var. Unutmayalım ki eldeki bir kuş, çatıdaki iki kuştan evladır. O yüzden, Barış ve Demokrasi Partisinin önerileri demokrasinin derinleşmesi doğrultusunda olan önerilerdir, bunu görmek gerekir. Toplumsal talepleri burada yansıtıyoruz.

Aslında anayasalar dediğimiz, anayasalı toplumlar, sınıf gerçeğiyle ilgilidir. Niye anayasalı toplumlar ortaya çıkıyor? Çünkü tarihte burjuvazi ortaya çıkıyor, aristokrasiye karşı mücadele ediyor, giderek emekçi sınıflar da sosyal bir anayasa talebiyle yola çıkıyorlar, toplumsal muhalefetin taleplerini o yüzden burada dile getiriyoruz, çatalla çorba içilemeyeceğini yaşayarak göreceğiz. Bu talepleri siyaset zeminine yansıtmamız, birbirimizi iyi dinlememiz lazım.

Fosillerde yapılan incelemeler, kulağın, yani duymanın konuşmadan önce geldiğini büyük ölçüde kanıtladı. Başkalarını dinleyerek, başka talepleri dikkate alarak, bu konuda makul bir değişikliği hep beraber yaparız.

Türkçede "ezici çoğunluk" diye bir laf var, ama çoğunluğun ezmesi gerekmiyor. O yüzden azınlıkların çoğunluk olma hakkının anayasal teminatlarının sağlanması önemli.

Cervantes, zannedersem Don Kişot'ta "Kötülük uzun sürdüğüne göre iyilik yakın demektir." demişti.

12 Eylül rejiminin kötülüğünden el birliğiyle arınmamız pekâlâ mümkün. Hâlâ bu tarihsel fırsat önümüzde. Sadece yaptıklarımızdan değil, yapmadıklarımızdan da sorumluyuz.

Gördüğümüz o ki BDP'nin önerilerini dinlemediğiniz müddetçe, yapmadıklarınız yaptıklarınızdan daha fazla hâle geliyor. O yüzden, önümüzdeki süreçte, demokrasinin kurumsallaşması konusundaki önerilerimize verilecek somut yanıtlar bizim de tutumumuzu belirleyecektir. Bizim tutumumuz mazeretsiz, "ama"sız, demokratik, özgürlükçü bir Anayasa'nın gerçekleştirilmesinden yanadır. Bu konuda, her türden katkıya hazırız. Anayasa sürecinden sonraki dönemde de somut adımlar atılacağı yönünde verilecek işaretler, işaret fişekleri bizim de yolumuzu belirleyecektir.

Ufuk URAS
İstanbul Milletvekili

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder