22 Kasım 2009 Pazar

Ufuk Uras, Avrupa Parlamentosunda konuştu

Avrupa Parlamentosu'nun düzenlediği Dersim konferansında konuşan Ufuk Uras, "Türkiye'de (CHP Genel Başkanı Deniz) Baykal hattı ve Avrupa'da (Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas) Sarkozy ve (Almanya Başbakanı Angela) Merkel hattı, çeşitliliği tektipleştirmeye çalışmalarıyla benzeşiyor" dedi.

devamı için tıklayın

12 Kasım 2009 Perşembe

Onur Öymen, Kürt ve Alevi toplumundan özür dilemelidir

CHP yöneticisi ve Bursa Milletvekili Onur Öymen, Meclis’te yaptığı konuşma ile Alevi ve Kürt toplumunda büyük bir infial yaratmıştır.

Öymen, halen kan sızan bir yaraya sorumsuzca tuz basmıştır.

Öymen de gayet iyi bilir ki, Tuncelili olmak yıllar boyunca devletin ayrımcı zihniyeti ile bir risk faktörü olarak görülmüştür.

Öymen, Tunceliler’in kendi kökenlerini yıllarca neden gizlediklerini bilmez mi? Tunceli’de otomobillerin yıllarca neden 06 plakalı kullanıldığını bilmez mi? Tunceli’de yeni doğan çocukların yıllarca nüfusa Tuncelili değil de Erzincan veya bir başka komşu il doğumlu olarak kaydedildiklerini bilmez mi?

Dersimliler büyük acılar yaşamıştır. Köyler günlerce bombalanmış, insanlar ülkenin dört bir yanına sürülmüş, onbinleri aşan sayıda insan öldürülmüştür.

Tunceli, Türkiye tarihinde adıyla kanun çıkarılan tek vilayettir.

Onur Öymen belli ki, bu ülkenin tarihinde yaşanmış acılardan bihaber bir milletvekilidir.

Onur Öymen’i Tunceli’ye davet ediyorum. Gelsin ve halkın karşısına çıkıp Meclis’te söylediklerini tekrar etsin. Halkla yüzleşsin.

Piyasada Dersim’le ilgili kitaplarda yazılanlar yetmiyorsa, Genelkurmay arşivleri açılsın, Öymen ve arkadaşları bu arşivlerdeki bilgileri toplumla paylaşsınlar.

Türkiye, yeni gerginlikleri, çatışmaları, insanların daha fazla ölmesini kaldırabilecek durumda değildir.

Bir CHP yöneticisi olarak Onur Öymen’in bu bilinçle ve sorumlulukla hareket etmesi beklenir.
Ufuk URAS
İstanbul Milletvekili

12.11.2009

Alevi Toplumu Sorunlarına ilişkin Gündem Dışı Yaptığım Konuşma

Sayın Başkan, değerli vekiller;

Hatırlanacağı gibi geçen yıl 9 Kasım tarihinde Ankara Sıhhiye Meydanı'nda Türkiye'nin dört bir yanından akın akın gelen Alevi yurttaşlar kendi tarihlerinde ilk kez çok güçlü bir miting yapmış ve barışın diliyle taleplerini kamuoyuyla paylaşmışlardı. Aradan bir yıl geçti ve geçtiğimiz hafta 8 Kasımda bu kez İstanbul Kadıköy'de on binlerce yurttaş bir kez daha taleplerini dile getirdi. Alevi-Sünni, Kürt-Türk, işçi-işsiz, öğrenci-öğretmen, yaşlı-genç, kadın-erkek on binlerce insan son derece insani, ahlaki, demokratik, meşru ve haklı taleplerini "Eşit Yurttaşlık Hakkı" başlığı altında ifade ettiler. Yani eşit haklara sahip olmadıklarını vurguladılar. Türkiye'nin cumhuriyetin kuruluşundan bu yana dönem dönem iyice yoğunlaşan tek tipleştirme ve farklı olanı asimile etme şeklindeki egemen siyaset geleneğinin bu alanda da artık işlemediğinin ve karşılığı olmadığının en güzel ifadesi oldu bu mitingler. İnsanlar kültürel farklılıklarını kendi istedikleri gibi yaşamak, geliştirmek ve gelecek kuşaklara aktarmak istiyorlar; gizlenerek değil, açık açık bu farklılıkları savunmak istiyorlar; gönüllü yurttaşlık bağlarını eşitlik içinde güçlendirmek istiyorlar, yani eşitlik ve adalet istiyorlar. Artık Alevi yurttaşlarımızın kültürel talepleri ve hakları insanlık tarihinin bu konudaki kazanımlarına denk gelecek şekilde düzenlenmelidir. Yapılacak demokratik düzenlemeler Türkiye Cumhuriyeti'ni zayıflatmaz, tam tersine bağımsızlığın da, egemenliğin de, demokrasinin de, cumhuriyetin de güçlenmesine yol açar; herkesin gönüllü yurttaş olmasını sağlar, bir arada yaşama iradesini güçlendirir.

İki miting arasında, yani o günden bugüne kadar aradan bir yıl geçti. Bu bir yıllık süre içerisinde somutta hiçbir kazanım elde edilemedi. AKP Hükûmeti Alevi açılımı diye bilinen çalıştaylar düzenledi. Alevi kuruluşları bu çalışmalara katıldı. Ortaklaştırdıkları talepleri sundular. Nedir bunlar? Cemevleri yasal statüye kavuşturulsun, zorunlu din derslerine son verilsin, Diyanet İşleri Başkanlığı lağvedilsin, Alevi köylerine cami yaptırma politikasından vazgeçilsin, Madımak müze olsun, başta Hacı Bektaş Dergâhı olmak üzere bu türdeki değerler ve mekânlar Alevi yurttaşların örgütlerine iade edilsin; kamuda çalışan Alevilerin kimliklerinin saklanmasına neden olan dışlama, iş vermeme, emekliliğe zorlama, görevde yükseltmeme, belli görevlere atamama, belli kadrolara yükseltmeme, soruşturmalarla yıldırma, görevden uzaklaştırma ve sürgün, istisnai kadrolarda istihdam etmeme gibi durumlara Hükûmet hemen son versin. Ama aradan bunca zaman geçti, herhangi bir adım atılmadı. Bu Hükûmet döneminde de mahkeme kararları yok sayılıyor, uygulanmıyor. Biliyorsunuz, cemevleri ve zorunlu din

dersleriyle ilgili olarak AİM, Danıştay ve idare mahkemelerinin verdikleri kararlar Hükûmetin önünde duruyor ama yine de adım atılmıyor. Demokratik açılım tartışmalarının yapıldığı bugünlerde Alevi yurttaşlarımızın son derece haklı, demokratik ve meşru taleplerini bu vesileyle bir kez daha hatırlatmak istiyorum. Alevi toplumu yurttaşları somut adımlar atılmamasını ve çalıştaylarla vakit kaybedilmesini bir tür oyalama olarak değerlendiriyor. Geleneksel ve egemen olan devlet siyaseti anlayışının uygulandığını düşünüyor. Sorunun sürece yayılıp oyalama turlarına geçildiğini düşünüyor. Taleplerin işe yaramaz hâle getirilmeye çalışıldığını hissediyor. Çalıştaylar sorun çözme toplantısından ziyade sinir bozucu seanslara dönüşmeye başlıyor. Alevi toplumunun meşru ve demokratik kurumlarını olması gerektiği gibi muhatap almayan, onların çabalarını ve taleplerini yeterince önemsemeyen, evrensel laiklik standartlarında düzenlemelere gitmeyen, halkın farklı kültürlere sahip olan kesimlerinin eşit hak ve özgürlük çağrılarını duymayan, onların kendilerini ifade etme haklarını güvenceye almayan bir yaklaşımla yaşamak istemiyoruz artık diyorlar.

Alevi toplumuna yönelik laik ve demokratik açılımların bir an önce yapılmasına ihtiyaç vardır. Dünya değişti ve değişiyor, Türkiye de değişti ve değişiyor. Artık insan hakları, özgür düşünce, özgür ifade, din ve vicdan özgürlüğü, eşit yurttaşlık hakkı, farklılıkların zenginlik kabul edildiği, her türde asimilasyonun yasaklandığı bir dönemi yaşıyoruz. Laik ve demokratik ülkelerde farklı inançlara mensup ya da bir inanca mensup olmayan bireylerin bir aradalığını ve eşit koşullarda yaşayabilmelerini sağlayacak hukuksal zemine ihtiyaç duyuluyor. Toplumu oluşturan bireylerin farklılıklarıyla bir arada yaşaması ancak böyle sağlanıyor. Türkiye toplumundaki bireyler de tek tip değildir. Türkiye'de tek tip vatandaş yaratma özlemi duyan ideolojik çevreler olsa da Türkiye toplumu tek tip değildir ve olmamıştır. Bugüne kadar olmamıştır, bundan sonra da olmamalıdır. Farklı kültürel kimliklerden oluşan bir zenginliğe sahiptir ve bunun kıymetini bilmeliyiz. Dolayısıyla Türkiye'de dinî kimlik temelinde süregelen ayrımcılığa karşı da anayasal vatandaşlık temelinde eşitlik talebini ön plana çıkararak ülkemizde de demokratikleşmenin bütün veçheleriyle yaşanmasını istiyoruz.

Taleplerimiz, beklentilerimiz, umutlarımız ve mücadelemiz bunun içindir.

8 Kasımda Alevi yurttaşlar bir kez daha eşitlik ve adalet taleplerini dile getirdi. Bunun gereğinin yapılmasını hükûmet daha fazla ertelerse, sadece ve sadece sorunları daha fazla artırmış olacaktır.

Diyanet İşleri Başkanlığının bu yapısına son verilmesi, din dersleri zorunluluğunun kaldırılması ve isteğe bağlı hâle getirilmesi, ayrımsız tüm ibadet mekânlarına eşit hukuki güvence sağlanması, hiçbir inanç ve mezhepten yana destekleyici ve dışlayıcı yaklaşıma girilmemesi, Alevi örgütlerin diğer inanç örgütleriyle eşit bir konuma getirilmesi adımları artık atılmalıdır ve bu çok zor bir şey değildir. Berlin Duvarı'nın yıkılışının 20'nci yılında zihinsel duvarların ne zaman yıkılacağını, ne zaman özgürleşeceğini bütün yurttaşlarımız merakla beklemektedir.

Hepinize saygılarımı sunuyorum.
 
11/Kasım /2009 Çarşamba

9 Kasım 2009 Pazartesi

Ufuk Uras'ın Çalışma ve Güvenlik Bakanı Dinçer'e Uçuş Personelinin Durumuyla İlgili Verdiği Soru Önergesi

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANLIĞI’NA

Aşağıdaki sorularımın, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Sayın Ömer DİNÇER tarafından yazılı olarak yanıtlanmasını saygılarımla arz ederim.

6.11.2009
Ufuk URAS
İstanbul Milletvekili
Bilindiği gibi, hava aracı kazalarının çoğunun pilot hatalarından kaynaklandığı ileri sürülmektedir. Bununla beraber, soruna titizlikle eğilen ülkelerde konu pilot hatası denilerek geçiştirilmemekte ve söz konusu hataların gerisindeki teknik, idari ve insani nedenler bütün ayrıntılarıyla araştırılmaktadır.
Örneğin 30 Kasım 2007’de Isparta’da meydana gelen kazayla ilgili olarak yayınlanan Kaza Raporu’nda, uçağın uzun süre No Go (uçması yasak arızalar) ile uçurulduğu, FDR (Flight Data Recorder), CVR (Cockpit Voice Recorder) ve GPWS (Arazi Uyarı Cihazı) gibi önemli cihazlara ait denetleme raporlarında olumsuz değerlendirmelerin yer aldığı, şirket yönetiminin bunları bildiği, pilotların bunları bile bile uçtukları, teknik personellerin bu arızalardan haberdar oldukları, uçuş personelinin eğitim eksikleri bulunduğu bilgileri tespit edilmiştir.
Ülkemizdeki hava aracı kazalarında öne çıkan nedenlerin, pilotların bilgi ve beceri eksikliğinden ziyade, bile bile havacılık kurallarını çiğnemeye zorlandıkları, kötü hava şartlarında ve bakımı iyi yapılmamış arızalı araçlarla uçmaya mecbur edildikleri, pilot eksikliği nedeniyle az personelle uçmak zorunda kaldıkları ileri sürülmektedir. THY dahil, bütün havayolu şirketlerinde uçuş görev sürelerinin kurallara aykırı olarak aşıldığı ve istirahat sürelerinin yetersiz kaldığı, Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nün bu durumu bildiği halde, şirketler lehine duruma göz yumduğu, yaygın bir kanaat halini almıştır.
Durumu yaratan nedenlerin başında uçucu personelle ilgili çalışma şartlarının geldiği belirtilmektedir. Öyle ki, 4857 sayılı yasa, hiçbir anlamlı gerekçesi olmaksızın Uçucu Personeli (Pilotlar ve kabin memurları) 4. maddeyle istisna kabul etmiş ve kapsam dışı bırakmıştır. Bir zamanlar, aynı şekilde istisna kabul edilen havacılık yer personeli, denizciler ve basın mensupları için daha sonra iş yasaları çıkarıldığı halde, uçucu personelin yasasız çalışma durumları halen devam etmektedir.
Bu durumun bir sonucu olarak, pilotlar ve kabin memurları, işverenlerce tek taraflı olarak hazırlanan, tek yanlı sorumlulukları esas alan, özlük haklarını yok eden ve bağlayıcı hükümlerle pekiştirilmiş tek yanlı sözleşmelere mahkum edilmiştir. İşverenin sözleşmeyi tek taraflı feshiyle işlerini hemen kaybetmektedirler. Sürekli işten atılma tehdidi altında çalışmaktadırlar.
İş yasasından yoksunluk ve tek yanlı sözleşmeler uçuş personeline yönelik şu olumsuz sonuçları doğurmaktadır:
a) İş güvenceleri yoktur. Her an işten çıkarılabilirler. Kötü hava şartlarında, arızaya rağmen ve uçuş süresi limitlerini aşacak şekilde uçmaya mecbur kalıyorlar. Bu durum havacılık kurallarının çiğnenmesine ve uçuş emniyetinin ortadan kalkmasına neden oluyor.
b) THY dışındaki şirketlerde uçucu personele kıdem tazminatı verilmiyor.
c) 4857 sayılı yasanın ve diğer iş yasalarının tanıdığı hiçbir haktan ve güvenceden yararlanamıyorlar.

d) Tek yanlı olarak ve cezai müeyyide içeren işverence hazırlanmış sözleşmelere mahkum ediliyorlar.
e) Anlaşmazlık davaları iş mahkemelerinde değil, asliye hukuk mahkemelerinde görülüyor ve 3-4 yılda sonuçlanıyor. Bu davaların bilirkişileri de genellikle işveren temsilcileri oluyor. Şu anda hakkını yıllardır alamayan ve davaları devam eden yüzlerce uçucu personel bulunuyor.
f) İş yasasının olmamasının yarattığı güvensiz ortam, muhtelif sorunlar karşısında uçucu personelin suskunluğuna yol açmakta ve bu durum uçuş güvenliğini ciddi şekilde riske sokmaktadır.
1. Pilot ve kabin memurları gibi uçuş personelinin çalışma koşullarını belirleyen bir iş yasası yoktur. 4857 sayılı yasa bu kesimi istisna olarak kabul etmiştir. Bunun gerekçesi nedir?

2. Pilot ve kabin memurları iş güvencesinden yoksundur. İşverenin tek yanlı sözleşmelerine ve baskılarına mahkum edilmişlerdir. Bu durumun değişmesi için uçuş personeline yönelik bir iş yasası hazırlığınız var mıdır?

3. İş güvencesi olmayan ve işverenin işten çıkarma tehdit ve baskısı altında bulunan uçuş personelinin durumunu, uçuş güvenliğini riske sokan faktörlerden biri olarak görüyor musunuz?

4. Kahramanmaraş Göksun’da meydana gelen helikopter kazasından sonra,
TBMM’de kurulmuş olan Araştırma Komisyonu tarafından bilirkişi olarak 9 Haziran 2009 tarihinde davet edilip bilgisine başvurulan Kaptan Pilot Fevzi Altunbulak’ın hemen ertesi gün, 10 Haziran 2009’da çalıştığı BEST Havayolları tarafından gerekçe göstermeksizin işine son verildiğini ve bugüne kadar hiçbir havayolu şirketinin kendisine iş vermediğini biliyor musunuz? TBMM’de, bilirkişi olarak fikrini söyleyen bu kaptan pilotu, Anayasa’nın 48. ve 49. maddelerinde ifadesini bulan haklar bile koruyamamış ve verdiği bilgiler nedeniyle işverene gammazlanmıştır. Bu konuda ne yapmayı düşünmektesiniz?
5. Borçlar Kanunu’na göre, işveren tarafından hazırlanarak ve ağır maddi yükümlülükler (Tip eğitimi karşılığı 27.000.- Euro cezai müeyyide) gibi uygulamalara son verilmesi yönünde girişimde bulunmayı düşünüyor musunuz ?

6. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı pilotlar iş güvencesinden yoksun, işverenin keyfi uygulamaları nedeniyle önemli bir bölümü işsiz durumda iken, 4817 sayılı yasanın 14.maddesi 4 hafta içinde yerli pilotlar başvurmadığı takdirde yabancı alınabileceği yönünde hüküm getirmişken, havayolu şirketleri bu durumu su istimal etmekte ve yerli pilotlara tanınan önceliği uygulamamaktadır. Bakanlığınız bu konuda ek tedbirler almayı düşünmekte midir ?

7. Uçuş personelinin iş davalarına asliye hukuk mahkemeleri bakmakta ve davalar 3-4 yıl uzamaktadır. İhtisas mahkemesi olmayan bu mahkemelerde kararlar bilirkişi raporlarına göre verilmektedir. Uçucu personel işini kaybetme endişesi taşıdığı ve işveren baskısını üzerinde hissettiği için, bilirkişilik çoğu zaman işveren temsilcileri tarafından yapılmaktadır. Bu davaların ihtisas mahkemelerinde görülmesi yönünde adım atmayı düşünüyor musunuz?

6 Kasım 2009 Cuma

Ufuk Uras'ın Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım'a Uçuş Güvenliğiyle İlgili Verdiği Soru Önergesi

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANLIĞI’NA

Aşağıdaki sorularımın, Ulaştırma Bakanı Sayın Binali YILDIRIM tarafından yazılı olarak yanıtlanmasını saygılarımla arz ederim.
6.11.2009

Ufuk URAS
İstanbul Milletvekili

Hava aracı kazalarının çoğunun pilot hatalarından kaynaklandığı ileri sürülmektedir. Bununla beraber, soruna titizlikle eğilen ülkelerde konu pilot hatası denilerek geçiştirilmemekte ve söz konusu hataların gerisindeki teknik, idari ve insani nedenler bütün ayrıntılarıyla araştırılmaktadır.

Örneğin 30 Kasım 2007’de Isparta’da meydana gelen kazayla ilgili olarak yayınlanan Kaza Raporu’nda, uçağın uzun süre No Go (uçması yasak arızalar) ile uçurulduğu, FDR (Flight Data Recorder), CVR (Cockpit Voice Recorder) ve GPWS ( Arazi Uyarı Cihazı) gibi önemli cihazlara ait denetleme raporlarında olumsuz değerlendirmelerin yer aldığı, şirket yönetiminin bunları bildiği, pilotların bunları bile bile uçtukları, teknik personellerin bu arızalardan haberdar oldukları, uçuş personelinin eğitim eksikleri bulunduğu bilgileri tespit edilmiştir.

Ülkemizdeki hava aracı kazalarındaki öne çıkan nedenlerin, pilotların bilgi ve beceri eksikliğinden ziyade, bile bile havacılık kurallarını çiğnemeye zorlandıkları, kötü hava şartlarında ve bakımı iyi yapılmamış arızalı araçlarla uçmaya mecbur edildikleri, pilot eksikliği nedeniyle az personelle uçmak zorunda kaldıkları ileri sürülmektedir. THY dahil, bütün havayolu şirketlerinde uçuş görev sürelerinin kurallara aykırı olarak aşıldığı ve istirahat sürelerinin yetersiz kaldığı, Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nün bu durumu bildiği halde, şirketler lehine duruma göz yumduğu, yaygın bir kanaat halini almıştır.

Durumu yaratan nedenlerin başında uçucu personelle ilgili çalışma şartlarının geldiği belirtilmektedir. Bu durumun bir sonucu olarak, pilotlar ve kabin memurları, işverenlerce tek taraflı olarak hazırlanan, tek yanlı sorumlulukları esas alan, özlük haklarını yok eden ve bağlayıcı hükümlerle pekiştirilmiş tek yanlı sözleşmelere mahkum edilmiştir.

Bugün, pilotların ve kabin memurlarının iş güvenceleri yoktur. Her an işten çıkarılabilirler. Kötü hava şartlarında, arızaya rağmen ve uçuş süresi limitlerini aşacak şekilde uçmaya mecbur kalıyorlar. Bu durum havacılık kurallarının çiğnenmesine ve uçuş emniyetinin ortadan kalkmasına neden oluyor.

Tek yanlı olarak ve cezai müeyyide içeren işverence hazırlanmış sözleşmelere mahkum ediliyorlar. İş yasasının olmamasının yarattığı güvensiz ortam, muhtelif sorunlar karşısında uçucu personelin suskunluğuna yol açmakta ve bu durum uçuş güvenliğini ciddi şekilde riske sokmaktadır.

İş güvencesinden yoksun ve işverenin ağır baskısı altında suskun, arızalara ve ihlallere göz yuman bir uçuş personeli ve yasalardan aldığı yetki ve sorumlulukları yerine getirmeyen Sivil
Havacılık Genel Müdürlüğü söz konusu olduğu Türkiye hava sahasında ne güvenli bir uçuş, ne de zamanında ve ehil ellerde sürdürülen arama kurtarma faaliyetinden söz edilebilir. Bu bilgilere dayanarak;

1.Pilotların kötü hava şartlarında, arızalı olduğunu bildikleri uçak ve helikopterlerle kendi hayatlarını da hiçe sayarak uçarak müessif kazalara neden olmalarının ardında yatan temel sebeplere dair Ulaştırma Bakanlığı bir araştırma yapmış mıdır? Yaptıysa hangi tedbirleri almıştır?

2. Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nün hem teknik arızalar, hem personel eksikliği, hem de uçuş görev süresi ve istirahat süresi limitlerinin aşıldığını bildiği halde gerekli denetimi yapmadığı, şirketlere göz yumduğu şeklindeki ve şirketlerin böylesi durumlarda personeli uçmaya zorlamasına seyirci kaldığı ileri sürülmektedir. Bunlar size ulaştı mı, araştırdınız mı, araştırdıysanız nasıl sonuçlara ulaştınız ve ne gibi tedbirler aldınız?

3. Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü 1945 yılında üyesi olduğu ICAO’ya (Dünya Sivil Havacılık Teşkilatı) Türkiye hava sahası üzerinde kaza geçiren tüm araçların Arama ve Kurtarma Faaliyetini yapacağını taahhüt etmişken, neden şimdiye kadar hiçbir arama kurtarma faaliyetine katılmamıştır?

4. 2920 sayılı Türk Sivil Havacılık Yasası’nın 42. maddesi hava sahamızdaki arama kurtarma faaliyetlerinden Ulaştırma Bakanlığı’nı sorumlu kılmıştır. Bakanlık neden bu görevi fiilen TSK’ya ve diğer yardımcı kurumlara bırakmıştır? Konuyla ilgili yönetmelik 2001 tarihinde yayınlandığı halde, Hava Arama ve Kurtarma Koordinasyon Merkezi ve teşkilatı bugüne kadar neden kurulmamıştır?

5. 10 Kasım 2005 tarihinde yürürlüğe giren 5431 sayılı Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü Teşkilat ve Görevleri hakkındaki kanunun 4. maddesi g bendinde “Türk hava sahasında hava arama ve kurtarma hizmetlerinin ilgili kuruluşlarla koordineli bir şekilde mevzuata ve uluslararası standartlara uygun olarak yapılmasını sağlamak” denilmekte iken, teşkilat şemasında görevlendirilmiş ne tek bir birim, ne tek bir personel, ne de araç gereç bulunmamaktadır, neden?

6. Böyle bir teşkilatın kurulmamış olmasının arama ve kurtarma faaliyetlerinde zafiyet yarattığını ve yasal bakımdan idareye sorumluluk yüklediğini düşünüyor musunuz? Bu durum görevi ihmal suçu kapsamına girmez mi? Bu durumu sürdürmeyi daha ne kadar düşünüyorsunuz ?

Ufuk Uras'ın Başbakan ERDOĞAN'a Türkiye'de Aşı Üretimiyle İlgili Verdigi Soru Önergesi

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANLIĞI’NA

Aşağıdaki sorularımın, Başbakan Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN tarafından yazılı olarak yanıtlanmasını saygılarımla arz ederim.
03.11.2009

Ufuk URAS
İstanbul Milletvekili

Türkiye’nin, aşıların dünyada yaygın olarak kullanılmaya başlanmasından itibaren çiçek ve kuduz aşısı ile başlayarak verem, boğmaca, difteri, tetanoz, tifo, tifüs ve kolera gibi aşıları üretip uygulayan ve tüm bu hastalıklarla mücadelede büyük başarı kazanmış bir ülke olduğu biliniyor.
Dünyada gelişmiş ülkelere ek olarak Brezilya, Arjantin, Küba, Çin, Hindistan, Pakistan, Endonezya, Tayland, Meksika ve Güney Kore gibi ülkelerin yakın geçmişte birçok aşıda kendi üretimlerine başladıkları biliniyor. Gelişmekte olan bu ülkelerin aynı zamanda aşı üretimlerini geliştirerek dünya pazarında yer alma stratejileri yönünde de ciddi çalışmalar yürüttükleri görülüyor. Halk sağlığını tehdit eden son domuz gribi salgını ile yeniden gündeme gelen aşı üretimi konusunda Türkiye’nin dışa bağımlı konumu sürdürülüyor.

1- Hükümetinizin ve Sağlık Bakanlığı’nın Türkiye’de insan ve veteriner aşılarının üretimine dair bir planı ve stratejisi var mıdır?

2- Osmanlı ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında sürdürülen insan aşısı üretiminin son yıllarda kademeli olarak durdurulduğu biliniyor. 1996 yılında difteri-boğmaca-tetanoz, 1998 yılında da BCG aşısı üretiminin durdurulması ile bu süreç sona ermiştir. Hükümetinizin 7 yıllık icraat döneminde de kamusal aşı üretimine yönelik bir adım atılmamıştır, bunun gerekçeleri nelerdir? Sağlık Bakanlığı, Türkiye’de teknolojik yenilemenin yapılamadığı için aşı üretiminin durdurulduğunu açıklıyor. Teknolojik yenileme hükümetin görevleri arasında değil midir?

3- Türkiye son 20 yılda toplamda kaç milyon dolarlık aşı harcaması yapmıştır? Son 20 yılda, yıllık olarak hangi aşı için ne kadar harcama yapılmıştır? Hükümetinizin 7 yıllık iktidarı döneminde, hangi aşı şirketlerine ne kadar ödeme yapılmıştır?

4- Türkiye’de kullanılan bakteriyel (insan) aşıların üretimini yapacak bir tesisin maliyeti ne kadardır? Bu konuda Sağlık Bakanlığı’nın bir çalışması var mıdır? Yoksa, neden yapılmıyor? Aynı şekilde, Türkiye’de kullanılan viral (insan) aşıların üretimini yapacak bir tesisin maliyeti ne kadardır? Buna dair Sağlık Bakanlığı’nın bir çalışması var mıdır? Yoksa, neden yapılmıyor?

5- Basında yer alan haberlerde, Sağlık Bakanlığı aşı takvimindeki difteri, boğmaca, tetanoz, çocuk felci ve menenjite karşı 5`li aşının etiketlenmesi, paketlenmesi ve dolumunun Türkiye`de yapılacağı yer almıştır? Bu bilgi doğru mudur? Türkiye neden üretim yerine, yüksek teknoloji gerektirmeyen dolumu tercih ediyor?

6- Sağlık Bakanlığı tarafından aşı üretiminin maliyetinin, aşı satın almaktan daha pahalı olduğu dile getiriliyor. Ayrıca Türkiye nüfusunun aşı üretimi için düşük olduğu da söyleniyor. 11 milyon nüfusa sahip Küba, tüm insan aşılarını kendisi üretiyor. Türkiye’nin aşı üretimine geçiş konusunda ekonomik ve teknolojik olarak Küba’ya göre hangi dezavantajları bulunuyor?

7- Türkiye’de gribe yol açan influenza virüsüne, domuz gribine yol açan H1N1 suşuna, kuş gribine sebep olan H5N1 suşuna ve her yaz ölümlere ve toplumsal korkuya yol açan ‘kırım kongo kanamalı hastalığına’ karşı bir aşı geliştirme çalışmanız bulunuyor mu? Varsa hangi araştırma merkezlerinde yapılıyor ve ne kadar mali kaynakla sürdürülüyor? Yoksa, olmamasının gerekçeleri nelerdir?

8- Türkiye’de hangi viral ve bakteriyel hastalıklara karşı aşı araştırması yapılıyor? Bu araştırmalara kamu desteği nedir?

9- Bakanlığın halen rutin aşılama programında bulunan Kızamık, Kızamıkçık, Kabakulak, Çocuk Felci, Hepatit B, Konjuge Pnömokok, Hemofilus İnfluenza tip aşılarının Türkiye`de hiç üretilmediği tarafınızdan belirtiliyor. Rutin aşılama programında olan ve sürekli ihtiyaç duyduğumuz bu aşıların üretilmesine yönelik bir çalışmanız var mıdır?

10- Bilindiği üzere dünyanın farklı coğrafyalarında aynı bakterinin veya virüsün farklı suşları (strain) bulunuyor. Aşı üreten özel şirketlerin önceliği, Kuzey Amerika ve/veya Avrupa’da yaygın suşların aşısının yapılmasıdır. Türkiye ise Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar ile doğrudan ilişkisinden ötürü farklı suşlara sahiptir. Bakanlığınız satın alınan aşıların Türkiye’ye suş (strain) olarak uygunluğunu hangi mekanizmalarla kontrol ediyor? Bu mekanizma tüm aşılar için geçerli midir?

11- Her yıl üniversitelerimizin Biyoloji, Moleküler Biyoloji, Biyokimya, Biyomühendislik, Kimya Mühendisliği bölümlerinden ve Eczacılık, Veterinerlik, Tıp Fakültelerinden, aşı araştırma, geliştirme ve üretim aşamasında çalışabilecek binlerce genç mezun oluyor. Bu gençlerimizin önemli bir kısmı işsiz kalıyor, bir kısmı ise beyin göçü kapsamında yurt dışında çalışıyor. Sağlık Bakanlığı bu yeni nesilleri aşı üretimi konusunda yetersiz mi buluyor? Kurulacak olan bir ‘Aşı Araştırma, Geliştirme ve Üretim Merkezi’nin istihdama sağlayacağı katkı tarafınızdan görülmekte midir?

12- Manisa Tavuk Aşıları Üretim ve Tavuk Hastalıkları Araştırma Enstitüsü, Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı tarafından kapatılmıştır. Kuş gribi hastalığı ile kapatılan bu enstitünün insan sağlığı açısından önemi tekrar ortaya çıkmıştır. Hükümetinizin bu Enstitüyü kapatma gerekçeleri nelerdir? Sağlık Bakanlığı’nın bu konuda ki yaklaşımı nasıldır?

4 Kasım 2009 Çarşamba

Siyasette Sivil-Asker İlişkileri Üzerine TBMM Genel Kurul Görüşmelerine Yaptığım Konuşma

Sayın Başkan, değerli vekiller;

Türkiye siyasetinin öncelikli konuları arasında siyasetin sivilleşmesi, demokratikleşmesi yer almaktadır. Toplumsal, siyasal sorunları Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında siyaset üzerinden çözmek esastır. Bu yüzden siyasetin alanının genişletilmesi öncelikli görevimizdir. Anayasa değişiklikleri başta olmak üzere, Siyasi Partiler Yasası, Seçim Yasası'nın demokratikleşmesi gibi. Devlet merkezli siyasetten, toplum merkezli siyasete geçişin bu şekilde temelleri oluşacaktır. Askerî bürokrasinin siyasi parti gibi hareket etme keyfiyeti yoktur. Egemenlik kayıtsız şartsız milletinse, bunun üzerinde bir irade söz konusu değilse Türkiye Büyük Millet Meclisi öncelikli olarak bu konuyu ele almayacak da hangi önceliği olacaktır? Silahlı kuvvetleri, orduyu korumanın yolu orduyu siyaset dışı tutmaktan geçmektedir.

Bismarck, zamanında "Prusya'nın ordusu yok, ordunun Prusya'sı var." diyordu. Benzer bir durumun ülkemizde olması fırsatı verilmemelidir. Tam da bu nedenlerden dolayı Mustafa Kemal Atatürk, 30'lu yıllarda Askerî Ceza Yasası'nı ittihatçı zihniyete karşı oluşturmuş ve askerin siyaset dışı kalmasının tedbirlerini almıştı. Bu kaygılar çerçevesinde zamanında "Sarıkız", "Ayışığı" gibi darbe planları konusunda da araştırma önergesi verdik ama Meclisimizde iktidar ve muhalefet partileri maalesef Meclisin öncelikli olarak bu konuyu gündeme alması hassasiyetini göstermediler. Hâlbuki Türkiye Büyük Millet Meclisi, tarihinde kaç kez askerî müdahale ve muhtıra gibi demokrasi dışı adımlarla karşı karşıya kalmıştır. Bunlar demokrasinin yerleşmesini, kökleşmesini ve gelişmesini engellediği gibi çok ciddi gerilemelere de neden olmuştur. Gelecekte bu tür müdahalelerin yaşanmaması için Parlamentonun kendi varlığını ve faaliyetinin sürekliliğini savunması büyük önem taşımaktadır. 13/5/2008 tarihinde de araştırma komisyonu için DTP'li milletvekilleriyle bu konu gündeme getirilmişti, bugün gündemin 207'nci sırasındadır. Şimdi, fırsat bu fırsattır, DTP'nin gündeme getirdiği bu çerçevenin Meclis tarafından benimsenmesi önemlidir. Genelkurmayın toplumu biçimlendirme iddiası karşısında iktidar ve muhalefet partilerinin göstereceği hassasiyet ve bu konunun Meclis çatısında ele alınması önemli.

Bertrand Russell iki türlü ahlak vardır diyor: "Söyleyip uygulayamadığımız, uygulayıp da söyleyemediklerimiz." O yüzden siyasette içimizin ve dışımızın bir olması son derece önemlidir. Çok kültürlü, çok kimlikli, çok inançlı bir Türkiye'nin geleceğinin şekillenmesinde, bu geleceğe matuf her türlü demokrasi dışı arayış karşısında Türkiye Büyük Millet Meclisi içerisindeki bütün renklerin barıştan yana, demokrasiden yana, özgürlüklerden yana tek vücut olması beklenir. Mezarda zaten hepimiz aynılaşıyoruz. Hayatı mezarlığa çevirmenin gereği yoktur. O yüzden siyasetin bu anlamda tam bir samimiyet testinden geçtiğini düşünüyoruz. Hangi partimize soracak olursak her biri her türlü demokrasi dışı arayışa, her türlü hukuk dışı arayışa karşı tutum aldığını ifade edecektir. Ama biz zamanında bu araştırma önergesini verdiğimizde siyasi partilerimiz maalesef sessizlikle karşıladılar. Sadece DTP milletvekillerimizin oylarıyla bu konuda araştırma önergesi vermiştik. Bu şimdi yeni bir fırsattır. Bunun bu samimiyet testinden hepimizin geçmesi gerekiyor.

Montesquieu "Yasaların Ruhu" kitabında yasaların tek başına gücünün yeterli olmadığını, erdemin de gerekli olduğunu ifade ediyor. Erdemli olan, her türlü demokrasi dışı arayış karşısında, her türlü hukuk dışı arayış karşısında hukukun üstünlüğünün, Meclisin üstünlüğünün, demokrasinin üstünlüğünün altını çizmekti. Bir sosyalist milletvekili olarak faşizmin propagandacılarından Goebbels'e hak vermek tuhaf kaçabilir ama, Goebbels zamanında "İnsanlarda düşünce tembelliği oldukça bizim sırtımız yere gelmez." diyordu. Bizler de eğer demokrasi dışı arayışlar karşısında, askerî vesayet karşısında, militarizm karşısında düşünce tembelliği ve hayırhah tutum içine girersek, biat kültürünü sorgulamazsak, gelecek kuşaklara emanet etmemiz gereken demokrasi ve cumhuriyet karşısında ciddi bir sorumlulukla karşı karşıya kalırız. "Halkı rencide eden âlemde, kendi rencide olur son demde." sözü bir Anadolu bilgeliğini ifade ediyor. Türkiye Büyük Millet Meclisinin bütün partileri demokrasiden yana, hukuktan yana, demokrasinin, hukukun temel ilkelerini rencide eden her türlü cuntacı arayışa karşı demokrasinin bölünmez bütünlüğü çerçevesinde bir tutum almak durumundadır.

En son Avrupa Birliği İlerleme Raporu'na da baktığımızda, askerî mahkemelerin işleyişlerinin AB standartlarına uygun olmamasından, Sayıştayın askerî harcamaları denetleme yetkisinin sınırlı olmasından, Genelkurmay Başkanının Ergenekon'a ilişkin açıklamalarının yargı üzerinde bir baskı olarak kabul edilmesine değin, matruşka siyasetinden açık siyasete geçilmeye ve her türlü vesayete karşı tutum almaya yönelik çok açık hükümleri var ama bu esas itibarıyla ilerleme raporunun değil bizim problemimiz olmalıydı. Biz, öncelikli olarak Mecliste bu konuyu ele almalıydık ve Meclisin iradesine paralel irade oluşturmak isteyenler, Meclis dışında kendini güç vehmedenler yani Ergenekon siyaseti karşısında, yani her türlü cuntacı arayış karşısında Meclisin caydırıcı olma işlevinin son derece önemli olduğunu düşünüyoruz.

Gülten Akın bir şiirinde "Aynı dille konuşuyoruz ama aynı dili konuşmuyoruz." diyordu. Demokrasinin dili, hukukun üstünlüğünün dilinin konusunda bir ortaklığı oluşturmak açısından bu zemin önemli.

Namık Kemal, zamanında çok sert bir ifade kullanmış: "Ne utanmaz köpekleriz/Kimi görsek etekleriz." demiş. Hakikaten, demokrasi dışı arayışlar karşısında, hukuk dışı arayışlar karşısında, cuntacı arayışlara biat etme karşısında Namık Kemal'in bize işaret ettiği doğrultuda her türlü zorbalığa karşı, her türlü ceberut anlayışa karşı, her türlü siyasete, otoriter eğilimlere karşı son derece açık bir tutum almak zorundayız. Tahmin ediyorum, gelecek kuşaklara ve çocuklarımıza bırakacağımız en iyi armağan bu olacaktır.

O yüzden, DTP Grubunun bu önergesi doğrultusunda hemfikir olacağımızı umut ediyorum, hepinize saygılarımı sunuyorum.